Kültürümüzde Müziğin Önemi
Halk müziği tarihi içerisinde yer alan müziğimiz geçmişte yazılı geleneğe sahip olmadığında sözlü olarak bir çok eseri beraberinde kaybetsede günümüze kadar yaşamayı başarmıştır.Müziğimizin tarihi genel olarak bölge halklarının müziği tarihinden farksız olarak tümüyle belgelere dayandırılamadığı gibi ana kaynakları yazılı belgeler olmakla birlikte, Arkeolojik ve Etnoğrafik buluntulara, destanlara,geleneklere,manilere,söylencelere vb. gibi halkbilimi ürünlerine dayanır. Bütün bunlar müzik geleneğimizin ve bununla birlikte tarihimizin öğrenilmesinde de bizlere önemli veriler sunmaktadırlar.
Yöre kültürümüzün ve tarihimizin bilinmesinde müziğin önemli bir yer tuttuğu müziğin insanoğlunun kendini bildi bileli uğraştığı bir dal olduğu bilinmektedir. 15.yy’ın son yarısında müzik alanında çeşitli çalışma merkezlerinin kurulduğunu bu merkezlerden biriside Ali Şir nevai nin kurduğu merkezdir. Nevai yüksek kesimin divan şairi olmasına rağmen halkın kültürünüde incelemiş, bu konuda adını andığımız Mizan’ül Evzan ‘ında bilgiler vermiştir.Bu bilgileri şu konu başlıkları altında belirtilmişti.
a) Koşuk Türkü b)Tarhani c)Öleng d)Çenge e)Muhabbetname f)Müstezat g)Arzvari
Asya Türkleri 15. Ve 16. yy’lara değin yukarıda belirtilen başlıklar temelinde müziğini sürdürmüşlerdir.Ancak Anadolu Selçuklular döneminde bu dahada gelişerek Mevlana Celaleddin’de(M.1207-1273) kent kesiminin müziğinin doruğuna çıkarken öte yandan Hacı Bektaş Veli’nin önderliğinde kırsal kesimde geleneksel müziğini yaşatıyordu. Alevi kızılbaş geleneğinde (Anadolu Aleviliği) o dönemlerde Kopuz, Çeşte,Ney,Iklığ ve daha sonraki dönemlerde saz gibi halk çalgıları kullanılıyordu. Bu çalgılar özellikle dinsel ayinlerde (Semah, Deyişler) çalınarak görevlerini yerine getiriyorlardı. 14.yy’da yaşayan büyük tasavvufçu Nesimi müzikte tanrıyı gördüğünü ima etmiş ve onu insanla içselleştirmiştir.
Söyler Tef ü Çenk ü Ney “en ‘el-Hak” deyişinde olduğu gibi.
Osmanlı padişahı Yavuz ile İran Şahı Hatayi arasında patlak veren savaşlarda Şah Hatayi yanında sürekli saz ustaları bulundurmakta ve ordusunu kendi yazdığı deyişlerle savaşa motive etmekteydi , müziğin savaş sırasında bir moral olarak sıkça başvurulan bir silah olarakta kullanıldığına rastlamak mümkündür. Savaş esnasında zor anlar yaşayan savaşçılar türküler vasıtasıyla ilahi ve gerçek olmasada bir takım güçlerde medet umuyorlardı dersim katliamı döneminde söylenen dörtlük gibi..
Hele dıle yaman yaman/ çiya gırti berf u duman/mera bişine şahe merdan/ ew dermane hemu derdan
Müzik bir halkın yaşama dair sahip olduğu yaşadığı tüm değerleri ve olayları içinde barındıran ve nesilden nesile taşıyan bir köprüdür. Her toplumun tarihinde mutlaka zorluklar olmuştur, bu zorluklar savaş nedeniyle ortaya çıktığı gibi doğal felaketler sonucuda ortaya çıkmıştır, ancak insanoğlunu ve doğayı en çok tahrip eden hiç kuşku yokki savaşlardır,en büyük ve unutulmaz acılar bu savaşlarda yaşanıyor ve türkülerin dilinde yankılanarak acılar ağıtlara ve bu ağıtlar yıllara taşınarak hafızalarda kalabiliyor nesilden nesile aktarılabiliniyor. Müziğin insanlar üzerindeki etkili gücü burada kendisini ispatlıyor.Tıpkı 1988 mart ayında Halepçe de yapılan katliamın acısını dile getiren kürtçe“halepçe” parçası gibi
Wey lo lo, wey lo lo wey lo
Wezê daketim kel û kaşxanan
Wezê daketim serê birc û van dîwaran
Wezê bi serkela dilê xwe de mijûl ji xeman û kulan û derdan birîn in ax de wey lo lo lo wey lo...
Dîsa bombe û baran e
Her derê girtî mij û dûman e
Dîsa nale-nala birîndaran e
Dengê dayika tê li ser lorikê wan e
Bavik bi keder xwe davêjine ser zarokan e
Lê zarok mane bê nefes, bê ruh û bê can e
Ax birîndar im wey lo lo lo wey lo…
Hey lê lê.... wey lê lê... Ferman e ûy... hawar... hawar...
Dîsa li me ferman e
Li jor tête gire-gir û hume-huma bavirok û têyaran e
Her der xistiye nava agir û mij û dûman e
Li jêr tête qîre-qîra zarokan, hawara dayik û bavan e
Dîsa dîrok xwe nû ve dike weke carek ji caran e
Weke Diyarbekir, weke Palo û Gênc û Agirî, Dêrsim
Weke Mahabat û weke Berzan e
Îro dîsa li Deşta Silêmaniyê, li kêleka Hendirê, li bajarê helebçê
Fermana me Kurdan e, ferman e, ferman e...
Dîsa hatin qelandin zarok û zêç tev dayik û bavan e
Ax hawar... li me fermane. ax birîndarê we me, li min oy...
Hawar Kurdno hûnê bikin bilezînin
Hûnê kaxiz û pênûsekê bibînin binivsînin
Dinya alemê pê bihesînin
Serok û rêberên Kurda li hev bînin
Bira yek bi yek bin ji halê me Kurdan re tiştekî ji dinyayê re binnivsînin
Bira xelq û alema pê bihesînin
Da ku çarekê ji halê me Kurdan re bibînin
Me ji bin vê bindestiyê derînin hawar hawar…
Heyfa Kurdistan ku îro dişewitînin
Agir li serê me Kurdan dibarînin ax de ay ay... lo lo ax de li min birîndarê we me...
Müzik yapılırken:
Halkın duygularını ve düşüncelerini, ortak uğraşlarını, geçim yollarını,uğradıkları ortak sıkıntılarını, aşkı, sevgiyi, dostluğu, kazandıkları başarılarını bu başarıları kazanırken ortaya çıkardıkları kahramanlarını, yaşadıkları doğanın kendisini ve olağanüstü doğaolaylarını, doğada yaşayan diğer hayvanlarla olan ilişkilerini dillendiren ortak bir yaratı mutlaka gözönüne alınmaktadır. Haksızlığa karşı yazdığı şiirleriyle bilinen Pir Sultan Abdal dostunda çektiği sıkıntıları şu dizeleriyle dile getirmiştir.
Ötme bülbül ötme şen değil bağım /Dost senin derdinden ben yana yana/ Tükendi fitilim eridi yağım/ Dost senin derdinden ben yana yana
Pir Sultan Abdal, Yunus Emre,Dadaoğlu,Köroğlu vb. Gibi bir çok halk ozanı meydana getirdikleri eserlerinde halkın sorunlarına değindiklerinde bugüne kadar özellikle sözlü edebiyat aracılığıyla günümüze kadar gelmeyi başarmıştır.Yukarıda sadece bir dörtlüğünü yazdığım şiir bugün özellikle alevi topluluk içerisinde deyiş olarak söylenmekte dini görevlerin yerine getirilmesinde kullanılmaktadır.Türküler, deyişler ve ezgiler dile getirildikleri bölgelerin bir çok özelliğini taşımaktadırlar. Baskıların yoğun olduğu yasakların sözkonusu olduğu dönemlerde şairler ve ozanlar vasıtasıyla halkımızın sorunları türkülerle deyişlerle dile getirilmekteydi, günümüzde de aynı durum hala devam etmektedir, bu nedenle belkide bir çok eserin sahibi bilinmemekte anonim olarak adlandırılmaktadır. Halkımızın çok üzgün olduğu unutulması zor bir acı yaşadığı anlar için ağıtlar yakar o anı unutulmaz kılar. Bölgede yaşanan baskılardan,kan davasından, törelerden kaynaklı yaşanılan ölümleri , ayrılıkları dile getirip ağıtlar yakılmıştır. Yöremizde yerel inançları konu alan çeşitli eserlerde mevcuttur.Bu eserlerin dilleri genellikle bölgede kullanılan yerel diller (anadiller) olmaktadır.
Tu temburi ez perdeme/ tu ağayi ez koleme/ lı ber deri ez sewume/ ne kenime ne ro dime
Bölgemizde ve yöremizde hatta dünyamızda sıkça vurgulanan “halklar kardeştir” vurgusu gerçekte böyle olmamaktadır, şayet halklar kardeş olsaydı bugün kürtlerin de tıpkı diğer kardeşleri gibi dilleri serbest olacaktı. Gerçekten öyle olsaydı kürt çocukları bugün cezaevlerinde olmayacak okullarında eğitimlerini alacak okul sıralarında oturacaklardı, gerçekten öyle olsaydı bugün bir çok kürt yurttaş,sanatçı yazar, sürgün hayatı yaşamayacak kendi ülkelerinde olacaklardı, Yılmaz Güney,Ahmet Kaya yabancı bir ülkede değilde memleketlerinde olacaklardı hatta Aram Tigran’da vasiyet ettiği gibi Diyarbakır’da gömülebilecekti, gerçekte öyle olsaydı 12’sinde bir Ceylan’ın bedeninde bombalar patlamayacaktı, dolayısıyla konumuz “türküler”de olsa gelip gelip bir parça siyasete dayanmak zorunda kalıyor, günümüzde kürtler ve bölgemiz hakkında durum böyle iken kültürümüzün eridiğini (özellikle Dersim’de yaşamakta olan bizlerin)var olanlarında giderekten unutulduğunu belirtmek gerekir. Masallarımız ve türkülerimiz başka dillere çevrilip sanki o dili konuşan halkın eseriymiş gibi verilmektedir, sanat hırsızlığına varacak kadar kültürümüzle oynanmakta ve asimile edilmektedir buna karşılık hiç bir yasal hak arayışı olmamaktadır, kendi ulusu özgür olmayan bir halkın veya halkların kültürlerine vurulan hipoteklere karşılık ne yapılabilinir vki? birileri çıkıp rahatlıkla kürtçe bir parçayı türkçeye çevirip sanki hiçbirşey olmamış gibi yeni bir parça diye seslendirebilmektedir ve birileride bu sanatçıları(!) alkışlayabilmektedir.
Hangi tarafımızı tarif etmeye anlatmaya kalksak karşımızda yasakların merdivenlerini hemen görüyor basamakları bir türlü aşamıyoruz, belkide buradaki varlığımız pek önemli değil küçüktür ama haklı ve doğru bir zeminde olduğumuzu düşünüyorum, bu zeminin en önemli dayanaklarından biride müziğimiz,hikayelerimiz,destanlarımız,masallarımız ve ağıtlarımızda yaşattığımız tarihimizdir. Yöremizdeki Edebiyat çalışmaları akademik temelde ciddi anlamda hiçbir şekilde yapılmamıştır, eksik bırakılmıştır, bilinen türkülerimizin , masallarımızın,hikayelerimizin çoğu hayata gözlerini yuman yaşlı kuşaklarla beraber toprağa gömülmüştür. Yöremize ilişkin sözlü ve söylem anlatımından yola çıkarak türkülerimizi günümüze taşıyan isimlerden sadece bir kaçını sayabiliriz, dengbej ve pir geleneği olan bir aileden bahsedebiliriz, bunlarda rahmetli Mahmut Baran ve oğlu Ali Baran’dır.Derli toplu bugün sadece Ali Baran yöremizin klamlarını dile getirmekte ve sürdürmektedir,bunun dışında elbetteki çalışmaları olan değerli şahsiyetler vardır veya olacaktır ama geçmiş ile bugün için bu baba ve oğul geleneğini örnek gösterebiliriz.
Le le buke çav reş buke / rındıke wekı kevoke/xaşike weki şemoke/eze bımrım tu ye çı biki/
türküsünde olduğu gibi bugün yöremize ait bir çok türkü bu değerli denbejlerimiz tarafından söylenmiş söylenmekte ve toplumumuza kazandırılmaktadır.
Dilimizin yasak olması diğer alanlarda olduğu gibi edebi alandada zengin ürünlerin yaratılması olanağını ortadan kaldırmıştır. Son yıllarda sinema dalında bir takım gelişmeler gözle görülsede bu çalışmalar genellikle politik eksenli olmaktan kendini kurtaramıyor, bütün bunlara rahmen değerli ve genç yönetmen Kazım Öz’ün “Dur” ve “Son Mevsim”- “Şawaklılar” yapıtları yöremiz halkının birebir yaşadığı göç ve hala konar-göçer yaşam biçimlerini dile getirmesi perdeye aktarması bakımında önemli ve bir o kadarda değerli çalışmalardır. Gönül- Muhabbet gibi değerlerin yerini Çıkar-Menfaatin aldığı bir dönemde yaşıyoruz. Emperyalizmin toplumlara empoze etmeye çalıştığı sermaye aşkı ve bağımlılığı insanları ego yaşamının hüküm sürdüğü bir rotaya çevirmiştir ki buda toplumumuzun gelecekte bir bütün içerisinde yaşaması önünde büyük bir tehlikedir.Türkülerini söylemeyen,dinlemeyenler bir önceki kuşaklarında belirttikleri gibi aslında ailelerinden, geleneklerinden ve kültürlerinden uzak başka bir hayat yaşamaktadırlar. Oysa türküler bizim gibi dilleri tarihi boyunca yasaklanmış halklar için sözlü birer tarihtirler, türkülerin her mısrasında bir halkın veya toplumun yaşamında mutlaka bir kesit bulunmaktadır bu nedenledirki gidilen her yere insanlar mutlaka türkülerini,masallarını vb. Beraberinde götürmektedirler.
Aslında sazımız duvarda asılı kalmadı,telleri paslanmadı,tellerinde düzen vardı,temiz ellerde hep çalındı,dile geldi,dile getirdi klamlarımızı, eksik kalan sadece ve sadece özgürlüğümüzdü.
Aşağıda “hey gidi ülkem” adlı şiirimde sizlere bir kesit aktarıyorum.Umarım ilginizi çeker
............................................
..................................................................
yaşam çok zordu
her tarafımız kuşatma altındaydı
birliğimiz zaten yoktu
savunma gücümüz kalmamıştı
sokuldular aramıza
önce inançlarımızla oynandı
mercek altına aldılar
böldüler bölüştürdüler
çok dinli bir topluma dönüştürdüler
vuruşturdular,
inançlar zıt ve düşman
yezidi’ler,alevi’ler,hırıstiyan’lar ve daha niceleri
baskıların en alasını yaşadılar
saltanatlar kurdular
beyler,ağalar,şeyhler
mollalar,dedeler, pirler
ve daha niceleri çıktılar meydana
savaşlar, katliamlar yetmezmiş gibi
sömürgen rühanilerde oluştu
bizleri içimizden vurdular
gözlerimiz kapalı,dilimiz yutkun yaşadık
geçmişimizde koparmışlardı bizleri
doğal yaşamdan kopmuştu herşey
inançlarımız çokça değişmişti
ben alevi,Yusuf sunni
ve Nüzan kardeşim yezidi olmuştu
dağılmıştık,
tanınmaz bir halk olmuştuk
çokça savaşlar üzerimizde oynandı
meydanlarımız çokça kanlandı
harmanımız kesat
ve asla zamanında kaldıramadık
ambarlarımız yağmalandı
boşa sallar olduk ırgat orağımızı
bizans-abbasi,emevi-bizans
arap-ermeni,selçuklu-arap
safevi-osmanlı savaşları hep ama hep
topraklarımızda oldu
ve bizler param parça olduk
kimimiz bizanstan yana
kimimiz abbasiden
ve kimimizde osmanlıdan yana savaştık
savaştırıldık
bizler tarih boyunca
bu savaşlarda
hep ama hep
kendimizi vurduk
yenik ayrıldık
başkalarına toprağımızda
çilingir sofralar sunarken
namludan çıkan kurşunla
yavrumuz,gün ışığına çıkmadan
öldürülüyordu,
gün yüzlü sevdalarımız ağırca yaralandı
paramparça eylediler halkımızı
nasıl oldu da hiç ama hiç anlayamadık
birliğimiz belleğimize hiç mi hiç gelmedi
rühani beyler yarmaladılar
çocuklarımız inanmadılar diye
kırbaçlandılar
asıldılar fidan fidan
oy kurban olduğum ülkem
can ülkem
tanrıların gazabı
gelip gelip seni mi buldu
güneşin ülkesi ateşin ülkesi
bütün bunlar gelip gelip
seni mi buldu
bu dağlar nasıl dayanırdı
bu sular nasıl akardı
kaç bahar kanlı değil de
kar beyaz akar,şanlı akardı
zenci kardeşlerim köle pazarlarında
satılık
ben Asya’da pırangalı esir
boynumuz ağırdı
vebalimiz kıldan ince
hesabımız kabarık
vurulup tükenmeye mi gelmiştik yeryüzüne
oy kurban olduğum ülkem
geleneğinden,müziğinden
yoksun kalan ülkem
koyunlarından,kuzularından olan ülkem
çöl canavarlarına sunulan ülkem
daha ne kadar kabülleneceksin bu esareti
bu rezaleti
bu sefaleti................................
................................
Ali Haydar Gürbüz