Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

Krize nerden bakmalı? Ehmed PELDA

2008’den beri yaşanan ve belli aralıklarla devam eden kriz dalgasının aynı zamanda bir güç mücadelesi olduğunu, hatta gelişmiş ekonomi güçleri arasında farklı araçlarla sürdürülen bir savaşın varlığına dikkat çekmiştik.

Haliyle kriz süreçleri takip edilirken finansal faktörlerden ziyade jeo-stratejik süreçlerin, enerji kaynaklarının, insan faktörünün ve üretimden ziyade tüketim eğilimlerinin etkili olduğuna dikkat edilmeli. Bu yüzden uluslararası politik ve askeri süreçler ve bunun arka planında bulunan reel paylaşım süreçleri ekonominin niteliğine dair daha sağlam deliller sunmaktadır. Sadece yaşananların aynadaki bir yansıması olan finans piyasalarına bakılarak yapılacak değerlendirmeler  Sonuç vermekten uzaktır.

Türkiye’deki tartışmaların daha yeni yeni bu zemine kaydığını görmek çok şaşırtıcı. Sanırım daha ziyade ülkenin kendi gündeminin yoğunluğundan dolayı dünya piyasalarının arka planı pek ele alınmıyor. Ya da krizin atlatıldığının zannedildiği kanısıyla dış dünyadaki gelişmelere popülist bir bakış açısı hakim.

Hatırlayalım daha yakın dönemde Türkiye’de eksen kaymasından bahsedilirdi. İran, Suriye, Filistin konularında Erdoğan hükümetinin eğilimleri farklılık arz etmekteydi. Ne oldu da şimdi bütün bunlara set çekildi. Yine ne kadar söylemine sahip çıkmasada Erdoğan’ın AB’ye diklenmesi sözkonusu ve bu gücü nerden buluyor. Üstelik böylesi bir dönemde ekonomik kriz dalgalarından hafif yaralarla nasıl kurtuluyor.

Bunu ekonominin dümenini elinde bulunduran Ali Babacan, Mehmet Şimşek, Durmuş Yılmaz’ın (önceki MB Başkanı)becerisine bağlamak hiç mi hiç gerçekçi değil.

İki önemli noktaya dikkat çekmek gerek. Birincisi bankacılık sektörünün 2001 krizinden sonra yabancıların eline geçmesi. finansa güçleri Türkiye piyasasının çok üzerinde. Haliyle birincil derecede rol oynayan bir faktör değil. Belirli bir hacimle piyasada etkili olmaları mümkün. Zaten yatırım konularına pek ilgileri yok.  Ancak tüketici kredileriyle büyük kazançlar sağladıkları için bu piyasayı önemsiyorlar ve bundan dolayı para hareketleri açısından kapılar açık.

İkincisi ve önemle irdelenmesi gereken başta Arap ülkelerinden, daha sonra tarikatlar ve cemaatler eliyle toplanan sadaka, yardım ve yatırım gelirlerinin merkezileşmesidir. Bu paranın büyüyerek iç ve dış piyasalarda üstelik kayıt dışı yollarla hareket etmesi, sık sık Türkiye’ye giriş çıkış yapması da ekonomi için rahatlatıcı bir faktördür.

Ama petrol zengini körfez ülkelerinden gelen para daha belirleyici. Yakın dönemde ABD ile 60 milyar dolar silah alımı anlaşması yapan Suudi Arabistan’ın, İsrail ile iyi ilişkilerinin yanı sıra İran ve şii etkisini sınırlandırmak, olası reform hareketlerinin bölgedeki etkilerini minimalize etmek için Türkiye’yi bağlaması da gerekir. İşte batı bankalarında bulundurulan yüzlerce milyar doların 8-10 milyarının Türkiye’deki finans merkezlerine kaydırılması pek de sorun olmayacak. Nihayetinde dış ticaret açığına, artan gelir uçurumu ve yükselen işsizlik durumuna  rağmen hala birtakım şeyler ayakta duruyorsa bunun bir arka planı olmalı.

Bundan dolayı Türkiye’nin AB’ye diklenmesi, Suriye, Filistin ve İran’a yaklaşımını değiştirmesi, Libya işgaline destek vermesi şaşırtıcı olmamalı. Daha bunun yansımaları olacak. Hatta Türkiye bunu şimdi Kürt hareketinin askeri ve sivil tüm güçlerine saldırıya dönüştürmeye çalışıyor.

Oysa Erdoğan’ın dizginleri kendi elinde değil. Onu şimdi serbest bırakıp, askeri kontrol altına almasına, siyasete hakim olmasına yol açanlar sınırı aştığı zaman dizginlerini çekmesini de bilirler.

Sorun orda değil. Dünyadaki güç dengeleri için sorun başka noktalarda. Yani oyunu bozan hesap dışı, kontrolsüz hareketler, egemenlerin bütün güç mücadelelerini ve stratejik planlarını beklenmedik tehlikelerle karşı karşıya bırakmaktadır. Örneğin Arap Baharı ve halk ayaklanmaları, Fransa, İngiltere, hatta İspanya’da gettoların isyanı, Norveç örneğinde açığa çıktığı gibi Hollanda, Almanya, Fransa, Avusturya, İsviçre ve birçok diğer ülkelerde yükselen ırkçılık toplumsal huzursuzlukların sağ ve sol dışavurumu olarak yansımaktadır.  Tüm hesaplar buralarda tıkanmaktadır. Beklentiler yeniden ele alınmak zorunda.

Türkiye her geçen gün bu tehlike ile daha fazla yüzyüze gelmektedir. Tahminlerin aksine yakın dönemde patlak verecek krizin gerekçesi ekonomiden ziyade toplumsaldır. Örgütlü ve politize olmuş Kürt bölgelerinden ziyade metropollerde lümpen, milliyetçi ve dindar kesimler eliyle, özellikle de gettolarda kendini dışa vuracaktır.

BDP dışında AKP’ye verilen ve verilmeyen bütün oyların sonucu Türk toplumunda artık önü alınamaz beklentilerin cevap bulması umududur. Bu umut tükeniyor. Ama hükümet bunun farkında değil.  Oysa 2001 krizinde Ankara’da İstanbul’da en şiddetli tepkiyi gösteren esnaflar ve işçiler daha ziyade hükümet yanlısı ya da milliyetçi ve muhafazakar kesimdendi. Şimdi benzer bir durumun işaretleri yavaş yavaş kendini gösteriyor.