Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

Teberiklerimiz yok oluyor,olanların kıymetini bilelim!

 

Yazılmış edebiyatları ve tarihleri yoksa, katledilirken tarih karartılmışsa işte o nesilde kalanlar teberiktir ve kütüphanedir. Yirminci yüz yıl teknigin geliştigi  bir yüz yıl olmasına rağmen, ama bakın, tarihimiz açısından bu yüz yıl karanlıklar yılıdır...

Hasan Aslan (arsiv)

Saatler beş buçuğu gösterirken, ben güneşin karanlığı yırtıp yer küreyi nasıl değiştirdiğini görmek istiyordum. Anılarımı tazelemek o sabahın kızıllığını bir daha yaşamak, görmekti meramım. Olmadı, ışıklar önce beton duvarlara çarptı, doğuşuna sevinememiş bir eda ile yavaş yavaş ağaçlara, otlara ve yorgun bir şekilde  börtü böceğe ulaşabildi.

Oysa öylemi olurdu memlekette, olmazdı tabi... Bizim orda güneş dağların arasında daha burnunu gösterir göstermez, altın renği yayılırdı dağa, taşa ve börtü böceğe can verirdi. Güneşin doğuşunu horozlar öterek haber tellaklığı yaparlarken, kuşlar ilk kafilesini yola çıkarırlardı. Betona çarpıpta boynunu bükmezdi güneş, küsmezdi hiç, hep gülerdi yüzü. Ben resim çizerken bile asık suratlı güneş çizmezdim. Bilmem nedendir, ama annem`e de hiç sormadım, annem güneşin doğuşunu görünce derdi:(bum bareğe bak hele) (O zaman ben, annemin güneşe hayranlığını, inanışından gelen bir *ritüel olduğunu bilmiyordum.) Güneşin doğuşu bir başkadır heybetlidir, batarken o güzel kızıla çalan rengi olmasına rağmen heybetini  kaybeder.
    
Ben güneşin doğuşunu insanın doğuşuna benzetirim. İki avucumuz arasında kaybolabilecek büyüklükte olan çocuğun "dünyaya gelişi" bizleri inanılmaz derecede mutlu eder. Ama ya ölüm, ölüm sevince boğulan insanları bir anda kedere yasa bürünür. Nedendir bilmiyorum ama ben her mevsim güneşi sevdim. Hele kışın köylerde; Güneş, duvaralara vurunca insanların bir araya gelip o güzelimsi sohbetlerini, inanki nasıl özlemişim. Buram buram kokan sünbül kokusu gibi alıp beni bir rüya alemine götürür. Bazı yaşlıların duvar dibi konuşmaları (tabi şimdi onlar yoklar) halen hafızamda yer yapmış. Rahmetli Guro dayı, Kel Allo ve Kamber dayının şakaları hala kulaklarımı tırmalıyor. Guro dayı asker kaçağıydı, o yaşına rağmen hala askerden tedirgindi. Kel Allo amca ise Keban baraj mağdurlarındandı. Keban Barajı yıkım yaratınca göçmek zorunda kalmıştı. Yani gençliğini yaşadığı o güzelim köyünü sulara teslim etmişti. Kamber amcada aynı akıbeti yaşamış  baraja köyünü teslim edip gelmişti. Kamber amca bu iki yaşlımızdan daha ayrı yeri olan insandı. Bir oğlu vardı ama yok gibiydi. Ancak köyün gençleri Kamber amcayi çok severlerdi. Tüm geçimi de o gençlerin katkılarıyla oluyordu diyebilirim. Gençler  Kamber amcayı kızdırırlardı ki Kamber amca küfretsin, küfretmesini çok severlerdi rahmetlinin. Birgün gençler Kamber amcanın evde olduğunu anlarlar, "kapı taşlarla iyice örülür ve kapıyı sert bir şekilde vurup kaçarlar" gençler Kamber amcanın kapıyı açmasını beklerler kuytularda. Rahmetli kapıyı açmasıyla taşlar evin içine doğru yuvarlanıverir. Tabi Kamer amca açar ağzını yumardı gözünü, yani sülalesinde küfredecek kimse kalmayıncaya kadar sayardı ve en sonunda şöyle derdi "ben sizin o sivinkdeki kuşunuzu s..."
Tabi gençler: "Kamber amca kim bu şeyi yaptı seni böyle sinirlendiriyor, sen söyle biz ona ceza verelim."
Kamber amca bakar o an orda olmayan ama daha önceleride yapanların ismini söyler ve tekrar küfre devam ...
Gençler Kamer amcanın ihtiyacı olduğunu düşündükleri malzamelerini satın alırlardı çay, şeker,sigara...gibi.
Yani bunun gibi bir sürü yaramazlıklar diyeyim.
Benim abimde bu yaramazlıkları yapanların içinde: Annem, Kamber amcayla karşılaşınca hal hatır sorarlar ve sonra annem, Kamber amca'ya :
Annem:"Ben hamileyim" der.
Kamer amca annemin kocası olmadığını bildiği için hayretle bakar" ne?" der
Annem:"Öyle bakma babası sensin çocuğun"der.
Kamber amca şaşkın şaşkın annemın yüzüner bakar ve:
" Niye benim"
Annem :
"Sen geçenlerde Hüseyin'e söğmedinmi?"
Kamber amca: "He" der.
Annem:" İşte o günden beri ben hamileyim"der.
Kamber amca anneme yalvarmaya başlar:
"Sen benim ahiret bacımsın, ben sana değil o piç Husoya söğdüm".(Bu anlatığim kısa konuşma annemle Kamber amca arasında kürtçe geçmiştir)
Bu insanlarımız bir nurdu ve  nur içinde yatsınlar, başka da diyecek bir kelime bulamıyorum. İşte doğumlarına sevinilen, yaşamları bizim için saflığın simgesi olan bir kuşağı kaybediyoruz. Ben diyorum ki, bu kuşakta bize teberik olarak kalanlara sahip çıkalım. Bizi anlamıyorlar diye onlara kızmayalım, onları anlayamıyoruz diye kendimize kızalım. Geçmişimizin okunmamış kitaplarına sahip çıkalım, onlar bizim geçmişimizi görmemiz için fener görevi yapıyorlar hala. Onlara güneş kutsaldı, benim içinde hala kutsaldır. Bir Afrika atasözü şöyle der "Her yaşlı insan bir canlı kütüphanedir, bir yaşlı insan öldügünde  bir canlı hütüphane yok olur. "Yaşlılarımızın kutsal saydığı ve kutsayarak bu güne getirdikleri o güneşin, bugün bile sırrı çözülmemişse ve hala sevdalımızı güneşe benzetiyorsak, bir anlam ifade etmesi lazım bu gizemli varlığın.

 
Sevdalılar sevdasını daha yüce göstermek için, sevgilisini güneşe ya da aya benzetmiştir. Bu her dönem öyle olmuştur.   
 “Güneş midir aymıdır” der aşık neden çünkü sevdiğini daha yüce göstermek için.
Her aşık bir şey yakar sevdiğine:
"Yüzün benzer güneşe, kaşın benzer aya" sevgilisinin yürüyüşünü benzetir bir "ceylana", yani tüm güzellikleri sevgilisinde toplar.
Bilmiyorum ama yıllar oldu, dağların arasında doğan güneşi görmiyeli. Tabi bu görememek bana has değil, bir sürü insan yurtlarında sürülüp beton duvarlara hapsedilmiş. Yani artık öyle güneşin duvara vurmasıyla toplanılacak ortamlar olmayacak. Bu yok oluşları yaratanlar bizim yurtlarımızı da yok ettiler, doğamızı yok ettiler geçmişimizle ilişkimizi kesmeye çalışıyorlar. Genelde bizler hep kendimize akıllıyız, yeni insan tipi yaratacağız misyonunu yüklüyoruz ya, bilmiyorum ne kadar akılıyız. Yani bize başkalarıda akıllılık ünvanı yakıştırıyor ama biz nedense altını ışık etmeyen idare lambası gibiyiz. 

Saflığı simgeleyen iki tane gerçek olayla yazımı sonlandırmak istiyorum. Ben Dersim'in Çemişgezek kazası doğumluyum. Ancak ilk okul dördüncü sınıfından sonra ki yıllarım Elazığ'da  geçti. Şimdi anlatacağım olay gençlik yıllarımın şehrinde vuku bulur. İkinci olaysa, 12 Eylül 1980'de Kürmeşte yaşanır. 

Elazığ'lı bayanın üç çocuğu vardır ve ikisinin kafası zehir gibi çalışır, aktiviteler, koşuştururlmalar...Ancak üçüncü çocuk bunların hiç birinde yoktur. Annesi çocuğunun okuyamayacağını anlar ve annelik duygusuyla kendi çapında çüzüm üretir ve üçüncü oğlunun geleceginde şüphelendiği için anne çözümü bulmuştur. Oğlunu Kuran Kursuna yazdırır.
Komşuların tuafına gider:
"Kız anam sen alevisin çocuğu niye Kuran Kursuna yolluyorsun" derler.
Cevap çok nettir.
"Kız anam bu çocuk geri zekelı, zaten bundan hiç bir şey olamayacak, bari kuran  kursuna gitsin ki hiç değilse hoca olsun, ölüleri yıkasın" der. Tabi kahkahalar patlar.
    O "asmayalım da besleyelimmi?" mantığının hüküm sürdüğü yıllardır.
Kürmeşli amca daha başkadır tabi. Asker köye baskın yapmış ve ev ev dolaşıyor, sıra amcamızın evine geliyor. Duvarda dörttane görkemli fotoğraf yan yana asılıdır.
Komutan sorar birinci fotoğrafı göstererek:
Bu kim?
Yaşlı amca:
"Bu benim büyük oğlum" der.
Komutan:
"Ne iş yapar, nerdedir?"
Amca sakin bir şekilde:
"İstanbul'da Metriste, koğuş sorumlusu" der.
İkinci fotoğrafı göstererek ya bu?
Amca:
"Oda benim oğlum" der.
Komutan:
"Ne iş yapar, nerdedir?"
Cevap verir makül bir şekilde amca:
"O'da Ankara Mamakta Bölge sorumlusu" der.
Sorular devam eder...
Ve dördüncüye kadar gelinir.
Ya bu kim ?
Yine aynı sakin edasıyla cevap verir.
"Benim oğlum" der.
Komutan sinirlenir.
Peki bu ne iş yapar?
Amca gayet sakin:
"Komutanım valla o bir işe yaramaz o askerdir, zaten o abilerine inasaydı devrimci olsaydi, Türkiye'de devrim olurdu" der.
Tabi amcanın sonunun nasıl olduğunu yazmaya gerek yok, tahmin edilir bir durumdur.

* Dini bir inanç gibi benimsenmiş alışkanlık, kişilerce kutsallaştırılmış davranışlar, biçimler, davranış biçimleri, temalar.


Hasan ASLAN

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.