Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

Düsüncenin Toplumsallasmasi

Dil sayesinde çocuk, insan kültürünün zenginligine açilir. Diger hayvanlarda genetik kalitim faktörü baskinken, insan toplumunda kültürel faktör belirleyicidir. Insan yavrusu, yetiskinlere, özellikle de onu yasamin, toplumun ve dünyanin gizlerine büyük ölçüde dil araciligiyla ayak bastiran ebeveynlerine bütünüyle boyun egdigi çok uzun bir “çiraklik” döneminden geçmek zorundadir. Çocuk kendisini, kopyalanacak ve taklit edilecek hazir bir modelle karsi karsiya bulur. Daha sonralari bu, özellikle oyun araciligiyla, diger yetiskinleri ve çocuklari da içerecek sekilde genisler. Bu toplumsallasma süreci kolay ya da otomatik degildir, ama tüm entelektüel ve ahlâki gelisimin temelidir. Tüm ebeveynler küçük çocuklarin kendi kendilerine oynarlarken nasil da kendi kendilerine oldukça neseli olarak uzun “konusmalar” yaptiklarini zevkle gözlemistir. Çocugun gelisimi, ilkel benmerkezcilik durumundan kopma ve baskalarina ve genel olarak dis gerçeklige baglanma süreciyle siki sikiya baglidir.

Piaget’nin orijinal semasinda, iki yildan yedi yila kadar olan dönem, basit “pratik” (“duyu-motor”) zekâ evresinden düsünceye geçisi göstermektedir. Bu süreç ikisi arasindaki her türlü geçissel biçimle karakterize olur. Bu durum kendisini meselâ oyunda açiga vurur. Yedi yasindan on iki yasina degin oyunlar, diyelim hayli bireysel olan oyuncak bebeklerle oynamanin aksine, ortak amaçlari içeren kurallarla belirir. Ilk bebekligin mantigi, yetiskinlerde de hâlâ varolan ve Hegel’in “dolaysiz” düsünce dedigi sezgi olarak tanimlanabilir. Ebeveynlerin iyi bildigi daha geç bir asamada çocuk neden diye sormaya baslar. Bu çocuksu merak, akilci düsüncenin baslangicidir. Çocuk artik yalnizca seyleri olduklari gibi almayi istememekte, onlar için akilci bir temel aramaktadir. Her seyin bir nedeni oldugunu kavramakta ve bunun ne oldugunu da anlamaya çalismaktadir. “B”nin “A”dan sonra oldugu basit gerçegiyle tatmin olmamaktadir. Onun neden oldugunu bilmek istemektedir. Böylelikle üç ilâ yedi yas arasindaki çocuk, bazi modern filozoflardan daha akilli oldugunu göstermektedir.

Geleneksel olarak belli bir büyü ve siir havasi verilen sezgi, gerçekte düsüncenin en geri biçimidir, ki çok küçük çocuklar için ve düsük bir kültürel gelisim düzeyine sahip insanlar için karakteristik biçim budur. duyularin sagladigi izlenimlerden olusan sezgi, bizi belirli bir olaya karsi “kendiliginden”, yani düsünmeden tepki vermeye kiskirtir. Mantigin ve tutarli düsüncenin sikintilari onun semtine ugramaz. Bu sezgiler bazen gözalici biçimde basarili olabilmektedir. Bu durumlarda, “esin parlamasinin” apaçik kendiliginden dogasi, “içten” gelen ve ilâhi olarak esinlenmis gizemli bir sezis yanilsamasini dogurur. Gerçekte sezgi, ruhun karanlik derinlerinden degil, bilimsel tarzda olmasa da imgeler vb. biçiminde edinilmis deneyimin içsellestirilmesinden kaynaklanir.

Kayda deger bir yasam deneyimi olan insan, karmasik bir duruma dair son derece kit bilgilere dayanarak sik sik dogru bir degerlendirmeye varabilir. Benzer biçimde bir avci izini sürdügü hayvanlar hakkinda neredeyse bir “altinci his” sergileyebilir. Gerçekten büyük beyinler söz konusu oldugunda esin parlamalarinin bir deha niteligini temsil ettigi düsünülür. Tüm bu durumlarda kendiliginden düsünce olarak görünen sey aslinda yillarin deneyim ve düsüncelerinin damitilmis özüdür. Ne var ki salt sezgi, çogunlukla tatmin edicilikten son derece uzak, yüzeysel ve bozuk biçimli bir bilgiye yol açar. Çocuklarda “sezgi” muhakeme, tanimlama ve hüküm vermeyi becermeden önceki düsüncenin ilkel, ham evresine isaret eder. O kadar yetersizdir ki, bu evreyi çok önce geride birakmis yetiskinlerin gözünde genellikle komik görülür. Tüm bu durumlarda gizemli hiçbir seyin olmadigini söylemeye bile gerek yoktur.

Yasaminin ilk asamalarinda çocuk kendisiyle fiziksel çevresini birbirinden ayirt etmez. Gördügümüz gibi, özne (“ben”) ile nesneyi (fiziksel dünya) birbirinden ayirt etmeye ancak yavas yavas baslar. Kendisi ile kendi çevresi arasindaki gerçek iliskiyi, nesneleri elleriyle hareket ettirmek ve diger fiziksel islemler sayesinde pratik içerisinde anlamaya baslar. Ilkel birlik darmadagin olur ve kafa karistirici bir görüntüler, sesler ve nesneler bollugu ortaya çikar. Çocuk ancak bu andan sonra seyler arasindaki baglantilari kavramaya baslar. Deneyler, çocuklarin eylemde her zaman sözcüklerde oldugundan daha gelismis olduklarini göstermistir.

“Saf entelektüel eylem” diye bir sey yoktur. Küçük çocuklarda bu çok açiktir. Kalp ile kafayi karsi karsiya koymak çok alelâdedir. Bu da yanlis bir karsitliktir. Duygular entelektüel sorunlarin çözümünde bir rol oynar. Bilimciler kavranilmasi en güç esitliklerin çözümünde heyecana kapilirlar. Farkli düsünce ekolleri, felsefi, sanatsal vb. sorunlar hakkinda atesli tartismalar içerisine girerler. Örnegin ask, iki insan arasinda üst düzey bir anlayisi gerektirir. Hem akil hem de duygular rol oynar. Biri digerini önvarsayar ve su ya da bu ölçüde birbirlerine müdahale edip sartlandirirlar.

Toplumsallasma derecesi ilerleyip gelistikçe çocuk, Piaget’nin “kisiler arasi duygular” –insanlar arasindaki duygusal iliskiler– dedigi ihtiyacin giderek daha çok farkina varir. Burada, bizzat toplumsal bagin, cezbetme ve iticilik gibi çeliskili unsurlar tasidigini görürüz. Çocuk bunu önce ebeveynleri ve ailesine iliskin olarak ögrenir, ardindan da daha genis toplumsal gruplarla siki baglar kurar. Sempati ve antipati duygulari gelisir, bu duygular eylemlerin toplumsallasmasiyla ilintilenir ve ahlâki duygular ortaya çikar; iyi ve kötü, dogru ve yanlis, ki bunlar “hoslandiklarim” ya da “hoslanmadiklarimdan” çok daha öte bir sey anlamina gelir. Bunlar öznel degil, toplumdan türetilmis nesnel kriterlerdir.

Bu güçlü baglar, daha en basindan itibaren isbirligine dayanan toplumsal üretime ve karsilikli bagimliliga dayanan insan toplumunun evriminin önemli bir parçasidir. Bu olmaksizin insanlik asla hayvanlar âleminden çikamazdi. Ahlâki degerler ve gelenekler dil araciligiyla ögrenilir ve kusaktan kusaga aktarilir. Bununla karsilastirildiginda, biyolojik kalitim faktörü, insanoglunun yapildigi hammadde olarak kalmaya devam etse bile, tümüyle ikincil bir faktör olarak görünür.

Yedi yasindan itibaren gerçek bir okul egitiminin baslamasiyla birlikte çocuk güçlü bir toplumsallasma ve isbirligi duygusu gelistirmeye baslar. Kuralli oyunlarda bu kendisini gösterir; en basit bir misket oyunu bile karmasik bir kurallar dizisini bilme ve kabullenmeyi gerektirir. Etik kurallari ve toplum yasalari gibi, bu oyun kurallari da kendi ayaklari üzerinde durabilmek için herkes tarafindan kabul edilmelidir. Kurallari ve bu kurallarin nasil uygulanacagini bilmek, dilin gramer ve sözdizimi kurallari kadar karmasik bir seyi kavramakla at basi gider.

Piaget su önemli gözlemde bulunur, “tüm insan davranislari ayni anda hem toplumsal hem de bireyseldir.” Bu noktada karsitlarin birliginin en önemli örnegiyle karsi karsiyayiz. Düsünceyi varligin ya da bireyi toplumun karsisina koymak tamamen yanlistir. Bunlar birbirlerinden ayrilamazlar. Özne ve nesne arasindaki iliskide ve birey ile çevre (toplum) arasindaki iliskide araci olan etken insanin pratik faaliyetidir (emek). Düsüncelerin iletisimi dildir (dissallastirilmis yansitma). Diger taraftan düsüncenin kendisi, içsellestirilmis toplumsal iliskidir. Yedi yasindayken çocuk, bakis açilarinin esgüdümünü mümkün kilan bir iliskiler sisteminden ibaret olan mantigi anlamaya baslar.

Çok parlak bir pasajda Piaget bu asamayi Yunan felsefesinin ilk dönemleriyle karsilastirir, bu ilk dönemde Iyon materyalistleri dünyanin ussal bir kavrayisina ulasmak için mitolojiden kopmuslardi:

Ilk açiga çikanlar (birlestiricilerin yeni açiklama biçimleri) arasinda, tam da mitolojik açiklamalarin geriledigi çagda Yunanlilarin sergiledigine kaydadeger bir benzerlik gösterenler oldugunu görmek sasirticidir.

Burada çok çarpici bir biçimde, daha gelisiminin en baslarinda tek tek her çocugun düsünüs biçiminin nasil genel olarak insan düsüncesinin gelisimiyle kaba bir paralellik tasidigini görürüz. Ilk asamalarda ilkel animizmle paralellikler vardir, çocuk günesin dogdugu için parladigini düsünür. Daha sonra, bulutlarin dumandan ya da havadan geldigini; taslarin topraktan yapildigini vb. tasavvur eder. Bu, maddenin dogasini, su, hava vb. seyler araciligiyla açiklama girisimlerini hatirlatmaktadir. Bunun büyük önemi surada yatar ki, bunlar, evreni, din ya da büyü araciligiyla degil de, materyalist, bilimsel araçlarla açiklamaya dönük çocuksu çabalardir. Yedi yasindaki çocuk zaman, mekân, hiz vb. kavramlari kavramaya baslar. Ne var ki bu zaman alir. Kant’in, zaman ve mekân kavramlarinin dogustan geldigini ileri süren teorisinin aksine, çocuk böylesi soyut düsünceleri, bu düsünceler kendisine deneysel olarak gösterilmedigi sürece kavrayamaz. Demek ki idealizmin yanlisligi, bizzat insan düsüncesinin gelisim sürecinin incelenisiyle gösterilebilir.