Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

Kızılbaş kültürüne baskı ve dil yasağı

Dersim’de Zazakî/ Dimilkî lehçesinde konuşan Kızılbaş topluluğu kendi ibadetlerini kendi dilleriyle yapıyorlardı. Kendine özgü ritüelleri, ilişkileri vardı. Bu ilişkileri koparmak, bu topluluğu dağıtmak için ilk çalışmalar Abdülhamid ve ardından İttihat döneminde yapıldı. Nitekim, İttihat döneminde yarım kalan bu politikayı daha sonra Kemalist yönetimler sürdürdüler.

1Abdülhamit şöyle bir politikaya imza atıyor. Hristiyan ve Protestan kilisesinin faaliyetlerini yasakladığı gibi Katolik kilisesinin faaliyetlerine izin veriyor ve Hamidiye Alaylarının tutumundan şikayetçi olan Kızılbaş Kürtler’e karşı diyor ki: “Tamam sizden Aşiret Alayları oluşturmadım, yani Hamidiye alaylarına insan almadım. Fakat şimdi bir Aşiret Mektebi kurucağım. Bu Aşiret Mektebine sizin çocuklarınızı alıp subay yetiştireceğim...”

II. Abdulhamit’in Dersim politikası

Şunu da ayrıca söyleyim; Hamidiye Alaylarından en çok zarar görenlerden birisi Dersim bölgesi oluyor. Çünkü yoğunlukla Kızılbaş Kürt bölgesi olarak o bölge, Sünni Kürtlerle komşu ya da iç içe belli ölçülerde, dolayısıyla bu şikayeti onlar önceden iletiyorlar zaten. Hatta bu şikayeti iletenler arasında Seyit Rıza’nın babası Seyit İbrahim de var. Bunların o şikayetinden sonra, Abdülhamit bir taşla yine birkaç kuş vurmak amacıyla, “Tamam, ben, sizin çocuklarınızı alıp Aşiret Mektebinde okutup subay yetiştireceğim, fakat bunun karşılığında benim bir şartım var” diyor. “Sizin toplumda, Hristiyanlığa meyletme, Müslümanlıktan tamamen uzaklaşma biçiminde bir eğilim görüyorum, raporlar geliyor. Bu sebeple sizin çocuklarınızı ben alıp, okuturken; sizin bölgeye de Hanefi din adamları göndereceğim, sizin toplumu irşad etmek amacıyla... İşte, bu Hanefi din adamları ellerinde Kuran’larla gittiler, o coğrafyaya ve ellerindeki Kuran’larla bunları Müslümanlaştırma faaliyeti içine girdiler. Bu arada o belli ailelerin çocukları da okudu, bunlar subay yetiştiler. Bunlardan bir bölümü, Hasan Hayri gibi bazıları 1925’te idam edildi. Bir bölümü ülkeyi daha sonra terk etmek zorunda kaldı, vesaire... Yani Dersim pirlerinde kısmen tanık olduğumuz, ancak diğer Kızılbaş topluluklarda bulunmayan bu Kuran ve dini kitap sevdasının 120 yıllık bir geçmişi var. Daha önceye gidemezsiniz, daha önce örneğini gösteremezsiniz; bu, tamamen Abdülhamit döneminin bu coğrafyada ikame ettiği bir politika. Bu çerçevede şunu söyleyim: Dersim’de tabii Zazakî/ Dimilkî lehçesinde konuşan önemli bir Kızılbaş topluluğu var.

Kemalistlerin ‘tek tip toplum’u ve Aleviliğin yasaklanması

Bu topluluk daha önce de söylediğim gibi kendi ibadetlerini, kendi ritüellerini kendi dilleriyle yapıyorlardı. Kendine özgü ritüelleri, ilişkileri vardı. Zaten bu ilişkileri de koparmak, bu topluluğu dağıtmak için de ilk çalışmalar Abdülhamid’in ardından İttihat döneminde yapıldı. Nitekim, İttihat döneminde bütünüyle tamamlanmayan, yarım kalan bu politikayı Kemalist yönetimler sürdürdüler daha sonra. Neydi bu politika? İnsanları, o Kızılbaş Kürt kimliklerinden uzaklaştırmak amacıyla bir dizi faaliyet yürütüldü. Hatta 1927’de dönemin yarı resmi yayın organı Cumhuriyet Gaztesinin haftalık eki Haftada Bir Gün’de, 8-9 sayılık bir dizi yayınlanıyor, ”Dersim Kızılbaşları” diye. “Tek tip toplum” yaratma politikasının bir halkası olarak; Kızılbaşlar kendi pirlerinden, kendi seyitlerinden, kendi dedelerinden nefret etsinler onları dıştalasınlar ve kendi dillerinden giderek uzak kalsınlar, Hanefi Müslümanlığı kulvarına girsinler diye ne gerekiyorsa o yapılıyor. Zaten 1924-25’te tekkelerin, zaviyelerin kapatılması, ondan sonra Aleviliğin resmen yasaklanması, Diyanet İşleri Teşkilatının kurulması bu işin resmi boyutu. Bir de gayri resmi planda, demin söylediğim şekildeki propagandalar ve faliyetler vardı.

Şimdi tam da yeri gelmişken, bu Aleviler ile Hristiyan Ermeniler arasındaki bağlar ve yakınlık vurgulanırken; bir şey daha hatırlatayım. 2005’te yayımladığım “Alevi Bektaşi Edebiyatında Ermeni Aşıkları/ Aşuğlar” adında bir kitabım var. fiimdi, apayrı bir mesaj veriyor bu kitap. Nedir bu? Bu, Aleviliği Türklüğe, Türkçülüğe indirgeyen, özdeşleştiren anlayışın adeta işası anlamındadır. Neden? Bugüne kadar Alevilikle hiç de bağlantılandırılmayan yüzlerce Hıristiyan aşığı, Türkçe-Osmanlıca yazdıkları gibi, bunların önemli bir bölümü de gönüllü olarak Aleviliğe, Bektaşiliğe intisab ediyor. Dolayısıyla, bugün başta, tabii serbest olduğu için, Türkçe ya da moda dil olduğu için ya da imparatorluğun egemen dili olduğu için ağırlıkla Osmanlıca ve Türkçe dillerinde zengin bir Alevi litaratürü oluşmuşsa; diğer Alevi toplulukların dillerinde gerek Kurmancî’de, gerek Zazakî’de, gerek Arap edebiyatında, gerekse diğer dillerde zengin ve renkli bir Alevi- Bektaşi edebiyatı oluşmuştur. Dolayısıyla, alanının ilk eseri olan Alevi- Bektaşi Edebiyatında Ermeni Aşıkları/ Aşuğlar, bu olgunun ilginç bir örneğidir.

Koçgiri Hareketi’nin sunduğu gerçekler

Şunu öncelikle unutmayalım ki, Kemalist Cumhuriyet’in kadroları, hemen bütünüyle eski İttihadçı kadrolardır. Yani Kemalist aydınlar kadrosu olarak bildiğimiz topluluk, yüzde 90-95 oranında eski İttihadçı kadrolardan oluşuyordu. Dolayısıyla İttihatçıların başlattığı tek tip toplum yaratma anlayışı esas olarak Cumhuriyet döneminde hayatiyet buldu, yani yaşama geçirildi. fiimdi bu algıya, İttihat döneminde başlatılan bu politikaya ilk gelen tepkilerden bir tanesi Kuzeybatı Dersim olarak bildiğimiz Koçgiri bölgesinde oldu. Koçgiri bölgesi ve Koçgiri aşiretler konfederasyonu, dediğim gibi, Dersim’in bir parçasıdır. Bunun önderlerinden birçoğu Alişan beyler, Haydar beyler, Alişêr efendiler ve Baytar Nuri başta olmak üzere Dersim’li daha birçok üzere aynı zamanda Kürdistan Tarihi Cemiyeti’nin üyesiydi. Bunlar, İttihadçı yönetimin yenilgisinin ardından, bazı Osmanlı partileriyle bu konuda yapılan görüşmeler ve anlaşmalar üzerine, belli hak talepleriyle, özellikle de özerklik talebiyle ortaya çıktılar. Osmanlı’dan çok çekmiş bir Kızılbaş Kürt topluluğu olarak, özgün konumundan dolayı ilk hareket Koçgiri bölgesinde başladı. Bunların temel talebi, bölgeye özerklik verilmesiydi. fiunu da ayrıca söyleyeyim ki, böyle bir karar öncelikle Kürt örgütlerinde alınmıştı. Fakat sonradan Kürt örgütleri böyle bir dönemde ayrı baş çekmenin doğru olmayacağını, Türk kardeşleri arkadan vurmanın doğru olmayacağını söyleyerek, destek vermediler. Fakat dediğim gibi, özellikle Kızılbaş Kürt yoğunluklu bu topluluk, o coğrafyada farklılıklarını bilince ve açığa çıkaran özerklik talebiyle ortaya çıktılar, fakat açıkçası yalnız bırakıldılar. Çünkü daha sonra görüş değişti. Kürt örgütleri içinde bölgenin insanları yalnız bırakıldı. Bu yalnız bırakılma dolayısıyladır ki; Sivas’ta Merkez Ordusu Komutanlığı yapan Arnavut kökenli Sakallı Nurettin Paşa, Karadeniz’deki Topal Osman çetelerini, milislerini de yanına alarak konfederasyona bağlı 140 Koçgiri köyünü yerlebir etti. Büyük bir katliam yapıldı. Önemli bir bölümü sürüldü. Mallarına el konularak bir bölümü orduya maledildi, bir bölümü Karadenize sürüldü, götürüldü. O tarihten sonraki yaşam biliniyor. 1930’lu yıllara gelindiğinde önce Lozan Antlaşması imzalanıp Türk yönetimleri kendilerini güvencede hissetikten sonra eski sözlerinden bütünüyle cayarak, Kürt kimliğini red ve inkâr temelinde, “Türk’ün süngüsünün göründüğü yerde Kürtlüğün biteceği” iddiasıyla tamamen bir red ve inkâr politikasına, bir asimilasyon politikasına, bir bastırma politikasına yöneldiler. Bu çerçevede çeşitli isyanlar oldu, katliamlar yaşandı.1930’lu yıllara gelindiğinde, Kemalist kadroların kafasında hem Kızılbaş kimliği hem de Kurmanç ya da Dimilî/Zaza kimliğinden dolayı bir çıban olarak görüldüğü için, Dersimle ilgili özel programlar, politikalar yapıldı.

Dersim katliamı

Geçmişte yayımladığım Dersim’e ilişkin kimi belgelerde; 1916 İsyanı -ki bu Birinci Dünya Savaşı içerisindeki bir olaydır- Dersimliler’e gerekli cezanın verilemediği, Dersimliler’in gerektiğince cezalandırılamadığı görüşünden yola çıkılarak; Dersimliler’e son bir darbe vurma ve Dersim olayını tarihten silme politikası izlendi. Bu nedenle de, elimizdeki belgelere, bulgulara göre, 30’lu yıllardan itibaren Dersimin vurulması Kızılbaş Kürt kimliği ile Dersimin tasfiyesi yolunda bir dizi politikalar üretildi ve yavaş yavaş uygulamalara geçildi. 1937’ye gelindiğinde, manevra adı altında, bir askeri harekâtla bu işin bitirileceği görülerek ya da düşünülerek, büyük bir katliam gerçekleştirildi, Dersim’e karşı. Rakamlar kesinlikle bilinmiyor, ama Dersim’de katledilenlerin 10 binlerce olduğu tahmin ediliyor.

Bunun bir başka boyutu da şu: Kızılbaş Kürt kimliğiyle ikili muhalif kimliği sahip Dersim’in, adeta Kürt kültürünün ya da Kürt Kızılbaş kültürünün de merkezlerinden biri olarak Dersimin tasfiyesi, Cumhuriyet döneminde hep elde tutulan, gözetilen bir politika oldu. Bu nedenle 1937-38 de çok önemli bir katliam yapılarak bu insanlar darmadağın edildikleri, sağa sola savruldukları halde, daha sonraki süreçte özellikle 2. Dünya Savaşının patlak vermesi, ondan sonra Türkiye’nin yönünü bütünüyle Batıya çevirmesi, Batıya entegre olabilmek ya da kendini savunabilmek için çok partili sisteme geçilmek zorunda kalması gibi etkenlerle bir af çıkarmak zorunda kaldılar ve 1947‘den itibaren tasfiye amacıyla Batıya sürülen Dersimliler’in önemli bir bölümü tekrar topraklarına gelmeye başladılar.

Şunu da ayrıca söyleyeyim. 1925’te hazırlanan gizli Şark Islahat Planı’nda, özellikle Kızılbaş Kürt kimliğinden dolayı Dersim’e ayrı bir yer veriliyor. Bu Plan ve raporlarda; Dersim’in Kızılbaş Kürt kimliğinden dolayı eğitime yatkın olduğu, aydınlanmaya açık olduğu düşünülerek; özellikle yatılı bölge okulları açılmak suretiyle bunların Kürtlükten uzaklaştırıp Türkleştirilmesi hedefleniyor. Bir başka husus da, Kürt coğrafyasının “Fırat’ın batısı- Fırat’ın doğusu “olarak ikiye bölünmesidir. Fırat’ın batısında ağırlıkla Kızılbaş Kürtlerin yaşadığı, kuzeyde daha çok Kızılbaş Zazaların, doğuda daha çok Şafii Kürtlerin yaşadığı görüşünden yola çıkılarak, öncelikle Kızılbaş ve Sünni olarak Kürtler’in ikiye bölünmesi, arkasından Kurmanç ve Zaza olarak Kürtlerin ikiye bölünmesi hedef olarak konuyor ortaya.Ve özellikle Fırat’ın batısında yoğun ama dağınık biçimde, Türkler’le komşu olarak yaşayan Kurmanç Aleviler’in asimilasyona tabi tutulucak öncelikli unsurlar olarak seçilmesi de kayda değer bir olgudur. Yani hem Dersim Kızılbaşları üzerinde, hem de Fırat’ın batısında kalan Kurmanç Kızılbaşlar üzerinde bu politika uygulanıyor.

Zaza/ Dimilî kültürü

Zazakî yani Dimilkî, benim tespit ettiğim kadarıyla, kapalı bir toplum olarak yaşamalarından ötürü, dışarıya diğer lehçeler kadar açılamıyor. Söz gelimi Türkiye’de kullanılan iki temel lehçe var. Bunlardan bir tanesi Kurmancî, bir tanesi de Kirmançkî diye nitelendirilen, yöresel olarak daha çok Dimilkî olarak adlandırılan ama litaratüre daha çok Zazakî olarak geçen lehçe. Kurmancîler, Kürdistan’ın diğer parçalarında yaşadıkları için oradaki mirlik düzenlerine, oradaki özerklik düzenlerine, rejimlerine paralel olarak, orada bu lehçelerde daha gelişkin bir edebiyat ortaya çıkıyor. Fakat Dimilkî’ye yani Zazakî’ye, Kirmançkî’ye bakıldığında; bunun yoğunlukla kullanıldığı bölgelerden biri olan Dersim, Türkiye Kürdistanı coğrafyası içerisinde yer alan Kızılbaş yoğunluklu bir topluluk olduğu için, bunlar “azınlık içinde azınlık” statüsünde kalıyorlar. Dışarı açılamıyorlar, dolayısıyla burada Kürt kültürü üzerindeki yasaklar, özellikle Zaza/Dimilî Kürtleri’ni daha çok etkiliyor. Çünkü, Kurmancî burada yasaklansa bile Güney Kürdistan’da, Güneybatı Kürdistan’da, Doğu Kürdistan’da , Ermenistan’da yaşamını,gelişmesini sürdürüyor. Ama Dimilkî öyle değil. Sadece bu coğrafyada kullanıldığı, dışarıya açılamadığı için daha çok sözlü kültür geleneğinde yaşıyor. 19 yy’dan başlayarak Zazakî lehçesinde bazı eserler de verildiği görülüyor, Mevlid türü başta olmak üzere. Adından da anlaşılacağı gibi, Mevlid, Hz. Muhammed’in doğumunu anlatan bir manzum edebiyat türüdür ve bu tür birçok dillerde, lehçelerde Müslüman unsurlar için ortaya konan bir tür olduğu için, Zazaca’da da Kurmancî’de de benzer manzum eserler, dini mesneviler yaratılıyor. Buna rağmen, göreceli olarak bu Kürt dili lehçeleri içerisinde yazılı edebiyatı en geri kalan ne yazık ki Kırmançki yani Dimilkî yani Zazakî olmuş. Bu sebeple de, özellikle bu unsurlarda sözlü edebiyat çok gelişmiş. Yani bir insanın meramını, duygusunu, düşüncesini, kederini anlatması, ağıtını dillendirmesi için mutlaka bir edebiyat kanalına bir söz kanalına ihtiyacı var. Bunu yazıyla yapamayınca yazılı olanaklar olmayınca ister istemez sözel olarak sözlü gelenekle bunu yaşatıyor. Sözlü gelenek açısından bir bütün olarak Kürtler’de edebiyat gelişkin olduğu gibi, özellikle de Dimilî Kürtleri’nde yani Dimilkî ya da Zazakî’de özel olarak sözlü edebiyat çok gelişiyor .

Özellikle şunu vurgulayalım ki, bir toplumsal yapıyla o toplumsal yapıyı üreten ya da o toplumsal yapının ürettiği edebiyat, bir edebiyat türüyle yine sanat adamı arasında diyalektik bir ilişki vardır. Yani bir toplum sanatçısını, sanatçı ise sanat ürününü üretiyor. Kısaca, bunlar arasında diyalektik bir birlik vardır. Şimdi, özellikle Dimilkî/Zazakî konuşan topluluklara bakıldığında, bunu çok çarpıcı olarak yaşıyor ve görüyoruz. Biraz önce söylediğim gibi, özellikle yazılı edebiyat kulvarı yasak olduğu için, bir de bunun eğitimi verilmediği, dolayısıyla insanlar yazılı olarak meramını, düşüncesini, duygularını, dileklerini, isteklerini edebiyata dökemedikleri için, bunu daha çok sözlü gelenekle yapmışlar. O nedenle de, özellikle bu topluluklarda oral tarih yani sözel tarih artı sözlü edebiyat çok gelişmiş ve yine bu topluluklarda bunun en çarpıcı iletişim aracı olarak gördüğümüz müzik oldukça gelişmiş, yani çok uzun erimli mensur edebiyat ürünleri, anlatı ürünleri yerine özellikle bu topluluklarda şiirsel ürünler gelişkinlik gösteriyor. Çünkü, doğuştan itibaren ninnisini, ağıtını, sevincini, kederini, halayını, tümüyle müziğe ve şarkıya dökmüşler bu topluluklar. Bu nedenle de, özellikle Dersim bölgesinde çok sayıda aşığın ve dengbêjin ortaya çıkmasında, çok sayıda müzik adamının ya da müzik topuluğunun ortaya çıkmasında, bölgenin bu özelliğinin, özgün yapısının önemli rol oynadığına inanıyorum...

Sonuç

Aslında, kültür denen olay insanlığın ortak ürünü, ortak üretimi. Şimdi bunu böyle algılamayıp ve insanlığı güzelleştiren, yücelten, toplumları yücelten yine güzelleştiren bir olgu olarak görmeyip, tek tip toplum yaratma adına kültürleri katleden, kültürleri tasfiye eden bir anlayış elbette aynı zamanda insanlığa ihanet eden bir anlayıştır. Bu çerçevede bakılırsa her şey bir dilin özgünlüğüyle güzeldir. Şöyle söyleyelim: “Xizir” kavramı bir Dersimli’de apayrı bir anlam ifade ederken, başka bir toplulukta hiç bir şey ifade etmiyor olabilir. Bunun gibi bir yer adı, bir ova adı, bir dağ adı, bir yerleşim adı, bir bileşkenin adı aynı zamanda o toplumda apayrı insani değerler, apayrı kutsal değerler çağrıştırır. Bugün biliniyor ki, bizim ülkemizde bu sığ, şoven politikalar yüzünden sadece 28.000 yer ismi değiştirilmiş. Bunlar, tek tip toplum adına yani Türkçeleştirme adına yapılıyor. Ama bunlar yapılırken insanlığın katledildiği, kültürün katledildiği dolayısıyla insanlığın değerlerinin katledildiği anlaşılmıyor. Bu çerçevede bakıldığında her şey o bölgenin ana diliyle güzel. Eğer kültürel haklar verilseydi, bu diller yasaklanmasa, bu anadilde eğitim, anadilde müzik, anadilde şarkı ve edebiyat yasaklanmasaydı, bugün acaba ne kadar önemli değerler ortaya çıkacaktı. Ben bunu biraz şuna benzetiyorum: Batı’da, insanlığın en önemli buluşlarından biri olarak matbaa bulunduğunda, dini nedenlerle Osmanlı topraklarına 300 yıl gecikmeyle girdi. Halbuki insanlığın bu en önemli buluşu, eğer zamanında Osmanlı topraklarına girseydi, kültür bugün çok önemli bir noktada olucaktı. Öte yandan, resim çizmek ve heykel yapmak, insanoğlunun en önemli sanatsal yaratımlarından biriyken; insan resmi yapmak ya da canlı resmi yapmak Tanrı’ya şirk koşmak olarak anlaşıldığı için, dini nedenlerle bu toplumda yasaklandı ve resim bu ölçüde geri kaldı.

Batı dünyası daha 15- 16. yüzyılda Rönesansını- Reformunu yaparken, bu konuları dini bir tabu olmaktan, bir engel olmaktan çıkarırken, ne yazık ki Türkiye’de yakın dönemlere kadar bir tabu olarak devam etti ve bu dalı kısırlaştırdı. Onlar dini nedenlerle oluyordu, feodal nedenlerle, ümmetçi anlayış yüzünden oluyordu. Peki şimdi, şimdi ise ulusal değerler adına, milliyetçilik adına ya da ulusçuluk adına yine katlediliyor kültür. Bu sefer de, her şeyi Türklüğe indirgeyen bir anlayış yürütülüyor ki, bu o insanların anadillerini yasaklıyor, bunların yerleşim yerlerinin, dağının, tepesinin, ziyaret yerinin adını yasaklıyor. Oysa, bunların hepsinin o mahalli ve özgün anadildeki kavramlarla, o kutsi değerlerle bir anlamı var. Bugün Dersim, birçok Kızılbaş/Alevi Ocağının merkezi konumunda. Aynı zamanda, Munzur nehri aynen Hindistan’ın Ganj nehri gibi kutsal kabul edilen bir yığın kutsal mekânların olduğu yerin siz adını değiştirmekle, onun o değerlerini de alıp götürüyorsunuz. Dilini yasaklamakla bir insanlık değerini kaldırıp götürüyorsunuz. Buna kimsenin hakkının olmaması lazım.Tabii ki demin söylediğim gibi, resmen yasaklandığı anadilde eğitim yapılmadığı için özellikle Dersim insanı müziğe ağırlık vermiş,her şeyisini müzikle şarkıyla, kılamlarıyla, sıtranlarıyla, şîn türküleriyle ifade etmeye çalışmış. Ama bu, dile ve kültüre önemli bir katkı sunsa da, tek başına ben bunun yeterli olacağına inanmıyorum. Hangi dil olursa olsun, o dilin anadilde eğitimi, öğretimi yapılmazsa; insanlar onun yazılı seslendirilmesi anlamına gelen alfabesini bilmez ve yazıya dönüştürmezlerse, o yine de kaybolmakla yüzyüze kalır. Her ne kadar teknoloji geliştiyse ve bugün kaset, cd ya da internet ortamı varsa da, bu bir başına yeterli değildir o kültürün gelişmesi için. Bu nedenle, ister Kurmancî olsun, ister Dimilkî olsun; anadilde eğitim ve üretim özellikle o kültürün gelişmesi açısından son derece önemlidir. Eğer bugün Zaza dili yani Kirmançkî/Dimilkî’nin bir tehlikeyle karşı karşıya geldiği söyleniyorsa, ki bunun gerçek payı var, yukarda söylediğim nedenlerledir. Çünkü Kurmancî, dediğim gibi geniş bir alana yayıldığı için başka yerlerden kurtarıyor, Goranice başka yerlerden kurtarıyor, Soranice başka yerlerden kurtarıyor. Fakat dar çerçevede kalan Dimilkî lehçesinde yapılan edebiyat üretimi yazıya dönüşmezse, bunun dil eğitimi yapılmazsa, yazılı edebiyatı yapılmazsa, kurtarılması ve daha da gelişmesi, geliştirilmesi adeta mümkün değil. Tüm bu dilsel ve kültürel gelişmenin, gerçek anlamda demokratik bir ortama ve demokratik- kültürel hakların alınmasına bağlı olduğu ise ortadadır...

YARIN: 1925 Kürt Ulusal Direnme Hareketi’nde Dersim

MEHMET BAYRAK



YENİ ÖZGÜR POLİTİKA