Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

AKP ve Türkiye’de Faşizm - Gökçe Fırat

Faşizm İtalya’da bir olgu olarak ortaya çıktığında henüz 1920 yılıydı, başta Komünist Parti olmak üzere aydınlar bu hareketin güç kazanabileceğine pek ihtimal vermiyorlardı. Ancak iki yıl içinde faşizm inanılmaz hızla büyüdü ve iktidarı aldı.
Almanya’da Hitler zavallı bir tipti. Bu adamın marjinal bir hareketin başı olarak kalacağına olan inanç yaygındı. 1928 seçimlerinde 800 bin oyu ancak almıştı. 1930 seçimlerinde oyları 6.4 milyona çıktığında kamuoyu hâlâ “daha fazla ilerleyemezler” diyordu. Ama 1933’te 17 milyon oy almışlardı. Bundan daha fazla ilerleyemezlerdi elbet, çünkü bir daha seçim yapılmayacaktı!
Bu iki partinin iktidardan gitmesi için bir “dünya savaşı” gerekecek ve ancak aldıkları oyun iki misli insanın -40 milyon- ölümüne yol açtıktan sonra yıkılacaklardı.
İkinci Dünya Savaşı bitip de faşizm defteri rafa kaldırıldığında, insanlar acılarını sararken, nasıl olup da bu faşistlerin toplumdan destek alabildiğini bir türlü çözememişlerdi çünkü faşistlerin peşinden gitmek düpedüz akıldışıydı.
Faşizmin halk üzerindeki etkisi üzerine tartışmalarda tüm faşist hareket ve toplumlar için geçerli olan belirleyici öğeler elbette vardı. Ama bunların hiçbirisi, hatta hepsinin biraraya gelişi bile yeterli bir neden değildi bu desteği açıklamak için.
Bizim ülkemizde ise faşizm genel olarak yanlış tanımlanmış bir hareketttir. 1940’lı yıllarda faşist bazı grupçuklar ortaya çıkmıştır ama bunlar toplumda hiç de etkin olamamıştır. Faşizm denince ilk akla gelen hareketse MHP’dir ama bu parti de hiçbir zaman marjinal bir parti olmaktan kurtulamamıştır.
AKP’nin durumu ise oldukça karmaşıktır. Emperyalizmin tümüyle işbirlikçisi olan ve AB dayatması bir “demokratikleşme”yi sağlama görevi bulunan bir partidir. Dolayısıyla “demokrat” görünümündedir, nasıl diktatörlük yapabilir ki!
Kaldı ki bu hareket Şeriatçı bir harekettir, yani tümüyle dini referans ve ülkülerle hareket etmektedir. Oysa faşizm koyu ve çarpıtılmış bir milliyetçiliğe dayanır. Bu bakımdan da bu partinin faşist bir parti olarak görülmesi beklenemez.
Ancak faşizm bunlardan ibaret değildir ve çok daha önemlisi faşizm gerçekten her dönemde dikkate alınması gereken güncel bir tehdittir.
AKP hareketi Türkiye tarihinin gördüğü ilk faşist harekettir, üstelik de bu faşizmi topluma benimsetecek güçlü araçlara sahiptir. Şimdiye kadar aldığı başarılar “daha fazla ileri gidemezler” diye algılanmamalıdır, tersine toplumu birdenbire tümden ele geçirme potansiyeline sahiptirler.
Yaklaşık iki yıldır ısrarlı bir faşizm tehdidi vurgusu yapmamızın elbette nedeni vardı, bugüne kadar yaşanan faşist gelişme bunu haklı çıkardı. Ama çok daha tehlikelisi, bu gelişmenin nihai bir faşist diktatörlükle sonuçlanması hiç de ihtimal dışı değil.
Bunun nedenleri üzerinde durarak tehdidin boyutlarını ortaya koymaya çalışalım. Yanıtını aradığımız soru ise gerçekten de faşizmin tabanı yaratıldı mı?
AKP ve Faşizmin “Antikapitalizmi”
Faşizmin teorisyeni Mussolini eski bir sosyalisttir. Teorik planda Hitler, Mussolini’nin bir takipçisi ve öğrencisi sayılır. Faşist teorinin gücü sosyalizmin ilerici olan ve halkın da benimsediği yanını çok iyi bir şekilde kullanmasıdır.
Kapitalizmin yarattığı yoksulluk ve eşitsizlik toplumda büyük tepki çeker. Normalde sosyalistler, kapitalizme karşı gelişen eşitlik mücadelesinin temsilcisidir. Genel olarak yoksul halk kitlelerinin, özellikle de işçilerin, bu nedenle sosyalist partileri desteklemesi olağandır.
Ama bu olağan durumun tersine dönüşü faşizmde başlar. Faşistler de tıpkı sosyalistler gibi antikapitalist bir sloganla yola çıkarlar. Ancak onlar bu antikapitalizmi sınıf ilişkilerinden ustaca soyutlarlar ve tepkiyi kapitalist sisteme, yani yoksulluk yaratan sisteme değil, bir kısım zengine yöneltirler.
Bu, tüm faşist hareketlerin kalkış noktasıdır. Mesela Hitler, antikapitalist değildi ama Yahudi kapitalistleri toplumun genel düşmanı olarak gösteriyordu. Alman toplumundaki işsizlik ve yoksulluk da Alman kapitalizminin değil bu Yahudi kapitalistlerin eseriydi. Bu açıdan bakıldığında demek ki iyi kapitalist olabilirdi!
Bizde ise AKP genel olarak kapitalizmi savunur gözükür. Gerçekten de en açıktan vahşi liberal politikaları savunurlar. Ancak çıkışından beri bu hareket, Türkiye’nin geleneksel büyük burjuvazisine bir nefreti temsil eder.
TÜSİAD kötü kapitalistlerin adıdır ama iyi ve dini bütün kapitalistler de vardır ve bunlar MÜSİAD’da toplanır. Aydın Doğan, kartel medyasıdır ama buna karşı iyi bir medya sermayesi vardır: Fethullahçı medya sermayesi. Yine geleneksel bankacılar hortumcudur, ama iyi bankerler vardır, bunlar faizsiz iş görürler.
AKP’nin kapitalizm karşıtı sloganı yoktur ama toplumun bilinçaltına seslenen çok güçlü bir sermayedar düşmanlığı yaparlar. Tayyip Erdoğan her konuşmasında “hortumların” kesileceğini söyler.
Bu sloganların tabanda algılanması tam da faşizmin istediği gibidir. Çarpıtılmış bir eşitlik talebidir bu. Sosyalizm eşitlik ve adalet ister ancak faşistinki farklıdır. O, sistemin aynen devam etmesini ister, sadece servet sahiplerine ve zenginlere büyük bir nefreti vardır.
Bu bakımdan, faşistin başarısının sırrı ortaya çıkar: Hem zengin olan herkese -kendi partisinden değilse- düşman olabilecek, bu nefretini sanki eşitlik talebiymiş gibi yansıtabilecek ama bir taraftan da zengin adam olma umudu taşıyabilecektir!
Sosyalistin mülkiyetsiz, ayrıcalıksız, emeğe ve çalışmaya dayalı toplum modelini benimsemek bir işçi için de, genel olarak yoksul kesimler için de zordur. Ama faşizminki son derece çekicidir, çünkü ileride zengin olma ihtimali vardır!
Sosyalistler, emekçi kitlelerin bir gün sınıf çıkarları ile hareket edecekleri umuduyla yaşarken faşistler son derece akıllı bir şekilde emekçi yığınların ruhlarındaki bu açığı görmüş ve onu kullanmasını bilmiştir.
Finansal Öcüler ve Bunalım
Ama bu açığın kullanılmasının altyapısının oluşması da gereklidir. Bu altyapı ise genel ekonomik bunalım ve gelecek belirsizliğidir.
Mesela Almanya’da da İtalya’da da faşist hareketler en büyük yükselişi 1929 dünya ekonomik krizi sırasında yakalamışlardır.
Bu kriz, faşistlerin sermaye değil sermayedar düşmanlığı için müthiş fırsattır. Çünkü krizin temel görünümü finansal olmasıdır. Yani kapitalist üretimin doğasından değil bir avuç tefeci ve bankerden kaynaklanan bir sorundur!
Küçük burjuvanın da, emekçinin de klasik kurnazlığıdır bu: Hem kapitalizmin her türlü sömürü çarkını onaylayacaksınız hem de faiz düşmanlığı yaparak kendinizi muhalif kılacaksınız.
Bu bakımdan AKP örneği aslında tam da faşizmin genel örneklerine uymaktadır. AKP, Türkiye’nin 1996 ve 2000 yıllarında art arda gelen iki büyük krizi sonrasında ortaya çıkabilmiştir. Enteresandır bu krizlerin de temel görünümü finansal krizler olmasıdır. Hele 2000 yılında yaşanan krizin temel sebebi de bankaların hortumlanması olarak ortaya koyulunca her şey yerli yerine oturmaktadır.
AKP büyük emekçi kitleleri, kapitalizme değil hortumculara düşmanlık güdüsüyle yakalamış ve onları yönlendirmeye başlamıştır.
Bu, AKP’yi yaratan kesimin kapitalist çıkarlarının doğal gereğidir. Lâik, geleneksel, büyük sermayeyle mücadelesinde Yeşil Sermayenin tam da böylesi bir argümana ihtiyacı vardır. Sermayeler arası rekabeti sanki toplumsal adalet ve eşitlik isteği gibi yansıtmayı çok iyi başarmışlardır.
Ve üstelik burada din ile faşizmin nasıl bilinçaltında birleştiğinin de en parlak örneklerinden birini görmekteyiz. Tüm toplumsal adaletsizlik, kapitalist sistemden değil faizci sistemden kaynaklanmaktadır. Yoksulluğu ile avlanan kitleler bir de bu şekilde dinsel yönden sömürülmektedir.
Faşizme Yönelen Toplumsal Katmanlar
Ama yine de finansal kriz tek başına başarı kriteri değildir. Sonuçta bu krizin halka yansıyan yönünü iyi tespit etmek gerekir.
Türkiye’nin dövize endeksli küçük üretici sistemi -yani zengin kapitalist olma sevdasındaki uyanıklar takımı- bu krizle yıkılmıştır. Devalüasyon özellikle küçük üretici, esnaf tarzı kişileri AKP’nin bu söyleminin etkisi altına çabucak almıştır.
Dahası bu dövize endeksli yaşam sadece küçük üreticileri değil her tür işçi ve memuru da etkilemektedir. Taksidi dövize bağlanmış ev ve araç kredileri, fahiş kredi kartı faizleri, emekçi kesimlerin de finansal krizde yıkımı olmuştur.
Buna elbette aynı ekonomik yapının tutsağı olan çiftçileri de ekleyin.
Bu tür bir finansal kriz sonrası genel olarak tüm halkın, geleneksel liberal partilerden kaçması da son derece normaldir, geleneksel sol partilere yönelmemeleri de.
Hele bir de son krizin yaşandığı dönemin iktidar bloğunu hatırlayalım: DSP-MHP-ANAP. Kısacası en eşitlikçi görülen sol parti olan DSP ve milliyetçiliği kullanma gücü en yüksek olan MHP de aslında seçenek olmaktan çıkmıştır.
Ancak bu finansal krizin en önemli sonucu işsizliktir. Ve AKP’nin başarısının en önemli gücü de buradan gelmektedir. İşsiz kalan kitleler için Yeşil Sermaye bir iş bulma sahasıdır. Enteresandır, son ekonomik krizden en fazla faydalananlar Yeşil banka ve finans kuruluşları olmuştur! Ve bunu yeşil sermayenin sanayi ve hizmet sektörlerine aktarmayı bilmişlerdir. Bu ise kitlelere iş kapısı demektir.
Belediye Çarkı
Fakat daha büyük iş kapısı AKP’li belediyelerdir. AKP’ye kadar belediye, bir kamu hizmeti kurumuydu. Ancak AKP’den sonra belediye en büyük işveren, en büyük ihale açan, en büyük taşeron çalıştıran, devasa ekonomik kuruluşlar haline gelmiştir.
Ülkemizdeki 3.190 belediyenin 1.750 tanesi AKP’nindir. Ve 16 Büyükşehir Belediyesinin de 12’si AKP’nin elindedir. Bu AKP’nin nüfus olarak Türkiye’nin %80’ini denetlediğini göstermektedir.
Belediye çarkı, AKP’nin faşizme özgün bir katkısı olarak ele alınmalıdır. İkili bir işlevi vardır; belediye hem parti teşkilatıdır hem de devlet teşkilatı.
Normalde faşist partiler devleti ön plana çıkarırlar. Almanya’da da büyük bir bayındırlık kalkınması yaşanmıştır Hitler döneminde, ama burada işin başında bizzat devlet vardır.
Fakat AKP devleti hem kurumsal hem ekonomik hem de psikolojik olarak küçültürken, aynı oranda belediyeyi büyütmüştür.
Bunun altında yatan neden ise AKP’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne bir devlet olarak karşı olmasıdır. Devletimiz yaptı fikri AKP için faydalı değildir. Bu nedenle AKP devletin yapması gereken tüm işleri belediyeye devretmiştir. Büyüyen belediye, alternatif bir devlet teşkilatıdır.
Fakat aynı zamanda parti teşkilatıdır. AKP’nin tüm önemli kadroları belediyelerden çıkmıştır. Tayyip Erdoğan da İstanbul’un eski belediye başkanıydı.
Peki belediye teşkilatı nasıl işlemektedir?
Faşizmin Toplumsal Piramidi
Birinci halka, belediyenin kendi yöneticileridir. Belediye başkanları, yardımcıları, danışmanları, meclis üyelerinden oluşan bir tabaka, yüksek seviyede yaşam standardındaki parti ileri gelenlerini oluşturmaktadır.
İkinci halka, bu belediyenin kendi çalışanlarıdır. Memurdan zabıtaya, müstahdemden çaycıya geniş bir çalışan kitle de burada geçimini sağlamaktadır.
Üçüncü halka, bu belediyenin ihale verdiği firmalardır. Bu firmalar yeşil sermaye sahipleridir. Ve belediye de her işini bunlara yaptırmaktadır. Burada AKP’nin önde gelen, lüks yaşam standartlarındaki ikinci bir katmanı oluşturulur.
Dördüncü halka, bu ihaleyi alan firmaların işçileridir. Onlar da bu firmalarda çalışarak geçimlerini sağlamaktadır.
Beşinci halka ise belediyenin, mahalledeki halka ulaşım ağıdır. Bu ise bulgur-kömür dağıtım şebekesidir.
Tabii bu şebeke bile yeni bir zengin AKP’li sınıf yaratır. Sonuçta halka bedava dağıtılan kömürü, bulguru, makarnayı da birilerinden satın alırlar.
Bu halkalar iç içe geçerek büyük bir teşkilatlanmayı ve toplumsal gücü oluşturur: Aslında toplumun ele geçirilişini. Ama halkalar içinde kaybolan emekçi kitleler, oluşan piramidi göremez.
Halkalardan bir kısmı kapitalistler ve yöneticilerdir. Onlar lüks bir yaşam standardında yeni bir ayrıcalıklı kesimdir. Diğer halkalar ise maaşlı ya da yardıma muhtaç yoksul kitlelerdir.
Kısacası faşizm, sömürüsünü yaptığı sistemin aynısını aslında kendileri de kurmuşlardır. Ancak bunu halka benimsetmenin de kurnazca bir yolu açıktır. Onların zenginleri de zengindir, ama onlar yıllardır toplumdan dışlanan kesimlerdir.
AKP’li bir işverenin işçisi ya da mahallede belediye yardımıyla geçinen bir ev kadını için, hortumcu, faizci, büyük sermayedarlardan, sosyeteden ve onların güzel, açık, rahat kadınlarından intikamını almaktadır kitleler.
Televizyondan izlediği Uludağ’da kayak yapan ya da Bodrum’da güneşlenen bir zenginin kadınına karşı -namussuz- aynı dağda ya da plajda aynı sefahatı süren -ama başı kapalı- kadını içten içe desteklemektedir. Çünkü kendi sınıfsal yoksunluğunu bu şekilde gidermektedir. Aslında ters yüz etmektedir.
Türban: Faşist Türdeşliğin Simgesi
İşte bu son noktada faşizmin propaganda aygıtı devreye gir mektedir. Kapitalizme değil kapitalistlere karşı çıkıp yine kapitalist bir düzen kuracaksanız, sizin peşinizden gelen ve temel derdi de eşitlik olan insanlara ne diyeceksiniz?
Almanya ve İtalya’da faşistler genelde yüzlerini dışarıya, dış düşmana dönmüşlerdi. O nedenle bu faşist rejimler yayılmacı idi.
Bizim faşizmimiz de benzeri güdüleri kullanmaktadır ama o yayılmasını dışa değil içe yöneltir. Yabancı ülkeleri değil, kendi ülkesini, yabancı halkları değil kendi halkını işgal edecektir o.
Bunun da nedeni basittir, Cumhuriyet rejimi bu topraklarda Kürdistan hayalini de, Osmanlı gerçeğini de yıkmıştır. Yükselen AKP faşizminin ideolojik gıdası da buradadır: Kürtçülük ve İslamcılık. Türkiye’yi ele geçirmek, onlar için gerçek anlamda bir yayılmacı düştür. Ama çelişki şu ki, bu ülkenin vatandaşıdırlar!
Bu ülkeyi ele geçirmenin ilk yolu ekonomiktir. Devasa belediye çarkı böylesi bir iktisadi yayılmacılığın göstergesidir. Buna koşut bir diğer faşizm olan PKK’nın istilacı hareketi de benzeri özellikler taşımaktadır.
Ama bu yayılmacılığın ve iç işgalin en önemli simgesi türbandır. Türban, çarpıtılmış eşitliğin -türdeşliğin- ideolojik simgesidir. Topluma eşitlik vaat eden AKP faşizmi bu eşitliği ekonomik alanda yaratamayacağına göre, ancak simgesel bir çözüm bulabilirdi.
Hitler’in kara gömleklileri, Mussolini’nin kahverengi gömleklileri bizim ülkemizde türbanlılar olarak belirmektedir. Burada iki tür psikolojik mekanizma işler, ilki türdeşliktir ama ikincisi de egonun tatmin edilmesidir.
Toplumsal rolü olmayan, toplumsal yaşamı olmayan geniş kitleler türban ile kendilerini toplumsal bir özneye dönüştürmektedir. Böylece son derece önemli bir davanın asıl temsilcileri gibi hissederler kendilerini. Bu da onların tatmin edilen egosudur.
AKP tarzı faşizmin toplumsal yapısında zenginler jiple gezer, Uludağ’da kayak yapar, hatta Cübbeli hocaları gibi İspanya’da jet-ski yapar, ama fakirler evde bulgura talim edip televizyonlardan AKP propagandası izlerler. Sokağa türbanla çıkmak onların sosyalleşmesi olur.
Bu Adamlar Neden Hep Boş Konuşur?
Ama aslolan tek şey propagandadır. Faşizmin genel tarzıdır. Mesela Hitler, mesela Mussolini, düşünme kapasiteleri son derece sınırlıydı. Bu yazdıklarından da ortaya çıkmaktadır. Sosyal yaşantıları zaten yoktu. Kendi duygusal dünyaları da sorunluydu.
Ama tüm bu açıklarını bol bol konuşarak kapatmaya çalışırlardı. Avazı çıktığı kadar bağırmanın işlevi basittir, bağırırken düşünemezsiniz, zaten düşünmenize de gerek yoktur. Orada önemli olan ağzınızdan çıkan sözcüklerin içeriği değil sesinizin tonudur. O nedenle faşist lider bol bol bağıran ve kendi sesini hayranlıkla dinleyen bir hastadır.
Faşizmin kitlesi için de durum aynıdır. Bunlar da bir miting meydanında ya da televizyonda liderlerini dinlerler. Gerçekten de dinlerler, çünkü sorsanız ne dedi bu adam diye, size bir şey diyemezler, aklında kalan tek şey iyi bağırdığıdır. Bizim Tayyip’imiz de bu durumu bilmektedir ama ne demektedir; öfke de bir hitabet sanatıdır!
Peki propagandanın içeriği?
Bomboştur. İktidara gelene kadar yine de düşünce kırıntıları olan faşistler iktidara yerleştikten sonra sadece bomboş konuşurlar. Ve bir millet de bu bomboş konuşmaları dinler durur. Çünkü toplumsal eşitlik davası faşisti dinleyenin psikolojisinde tersine dönmüştür: O eşit toplum idealinin değil nefretinin peşinden sürüklenmektedir.
Faşizmi mümkün kılan da bizim için tehdit kılan da, kapitalizmin yarattığı bu birey türünün varlığıdır. Bu ise bizi faşizmin psikolojik altyapısını anlamaya götürür. Alman faşizmini yaşayıp daha sonra kitabını yazan Reich şöyle koyar sorunu:
“Faşizm bugün bile hâlâ küçük bir gerici grubun diktatörlüğü sayılmaktadır. Oysa faşizm ortalama kişilik yapısının siyasal olarak örgütlenmiş ifadesidir. Bir siyasal hareket olarak tüm diğer gerici partilerden, halk kitlelerince kabul edilip, övülmesiyle ayrışır.”
Faşizmin kitle tabanını anlamak için önemli bir tespittir bu. Faşizmi sadece liderliğiyle değil takipçileri, tabanı ve kitlesiyle de ele almalıyız. Zaten faşizmin asıl tehlikeli yapısı da budur.
Türkiye’de Demirel ve Özal kapitalist diktatörlerdi ve toplumda köyden şehre gelen bir çocuğun başarı örneğiydiler. Onların takipçilerinin başarı ölçütü buydu, hayatını kurtarmak. Bu örneğe aslında Necmettin Erbakan’ı bile dahil edebiliriz. Ancak 60’lı yılların liderleri o dönemin köy-şehir ikileminin ürünüydüler ve bu yapı 80 öncesinin Milliyetçi Cephe hükümetleri döneminde bile bir faşizm tabanı yaratamadı kendisine.
Fakat Tayyip Erdoğan’ın durumu farklıdır. O artık şehre gelmiş, şehirde mahalleli kimliği edinmiş ama şehrin merkezinden -Taksim- uzakta tutulan -Kasımpaşa- bir kitlenin tipolojisini yansıtır.
Yoksulluğu değil yoksunluğudur sorun. Yoksunluk ise her tür medeni gelişimden yoksunluktur. Bu yoksunluğunu giderme yolu olarak yoksulluğu kullanır. Böylece yoksunluğunu bilinçaltına iter.
Böylesi bir yolda öfke onun için bir sanattır çünkü yoksulları değil aslında toplumsal nefreti örgütler. O nedenle her tür siyasal geleneğe, kültürel birikime düşmandır, saygısızdır, yok etmek ister ama artık bir “kıro” değil faşisttir. Üstelik bir de delikanlı kültürüyle kendi kültürsüzlüğünü yok sayacak bir mahalle kültüründen gelmektedir.
Faşizmin azgelişmiş insan tipi, toplumsal vebayı örgütlemektedir, ve bu son derece tehlikeli bir salgındır...