Sunuş: Soros nefreti, küresel sermaye üzerine komplo teorileri… Küreselleşme kavramı derinlemesine irdelenmeyen her konu gibi insanları ikiye böldü: Küreselleşmeden korkanlar ve sevinenler. Oysa aydınların birinci vazifesi toplum adına karar vermek değil ışık tutmak, aydınlatmak değil mi?
Genç konuk yazarımız Olcayto Tan Haskol amigoluğun çok prim yaptığı kürselleşme gibi bir konuda bile aydın sorumluluğuyla hareket edilebileceğini gösteriyor. Küreselleşme, finans ve makro ekonomi konularına ilgi duyan Haskol’un yeni çalışmaları bu ilk makaleyi takip edecek. Siz okurlarımızı şimdiden konuya girmeye, yorumlarınızla tartışmayı zenginleştirmeye davet ediyoruz.
MY
Küreselleşme Korkusu
Yazar: Olcayto Tan Haskol
Tıpkı, hava durumu bilgisinden yoksunluğun günlük hava değişimlerini önlemeyeceği gibi, küreselleşmeyi tüm dinamikleriyle beraber reddedip, ona sırt dönmek, neden olduğu değişimleri yadsımak da; hiçbir bireyi, toplumu, devleti onun etki alanından uzaklaştıramıyor.
Bu yüzden küreselleşmeye yaklaşmak, ancak gerçekçi ve doğru yaklaşmak bireyi ve toplumu bunun zararlarından uzak tutabilir ve faydalarına kavuşturabilir. Gökyüzünden yağmur da gelecektir dolu da , ancak ekin yetiştiren biri için doludan korunmak gökyüzünü reddetmek yada ona tavır almakla mümkün olabilir mi?
Küreselleşmenin çıkış noktası ve tarihsel kaynağından bakarsak birbirine zıt iki yaklaşımla karşılaşırız: Bunlardan biri küreselleşmeyi insanlık tarihinde daha önce benzeri görülmemiş bir fenomen olarak kabul eden görüş.Bu bakış açısına göre küreselleşmenin kaynağı, dünya üzerinde yarım yüzyıllık soğuk savaş ortamında kemikleşip önü açılan neo-liberalist politikaların, belki de özellikle son çeyrek asırlık bir dönemine sığdırabileceğimiz etkileridir.
Diğer görüş ise tarihten bu yana süregelen dünya üzerindeki farklı topluluk ve milletlerin sosyal,kültürel, siyasi ve ekonomik etkileşimine ve bu sayede ortaya çıkacak bir kültürel homojenlik/teklik ideası. Bu bakış açısına göre ise küreselleşmenin başlangıcı Büyük İskender ve Cengizhan gibi liderlerin dönemlerinde kuramsal olarak temelini inşa ettikleri “evrensel” imparatorluklardır.
Küreselleşmenin tanımı yapılabilir mi?
Görüldüğü gibi küreselleşmenin çıkış noktası ve tarihsel kaynağı hakkında birbirine taban tabana zıt gibi görünebilen farklı görüşler mevcutken; biz önce bu olguyu, ona dair “mit,efsane/aslen var olmayan..” gibi yaklaşımları yok sayarak, kaçınılmaz bir “tarihsel insanlık gerçekliği” olarak kabul edebiliriz. Gerçekçi gözleme dayanan, asgari müşterekte bir tanım elde etmek istersek: Coğrafi sınır tanımaksızın, uluslararası sermaye akışlarıyla sürdürülen ticari hareketler ve özellikle ulaşım ile kitle haberleşim/iletişim olanaklarındaki teknik gelişmelerin etkisiyle birlikte, dünya üzerindeki milli, siyasi, ve kültürel sınırların giderek belirsizleşmesi sürecidir.
Tanımda teknik gelişmelerden bahsettiğimizde aslında küreselleşmeye dair bir başlangıç noktasını vurgulamış oluruz. Bu vurgu Fransız ihtilali veya Haçlı Seferleri gibi kesin bir başlangıç noktası göstermese de uygulamadaki faydalarıyla, dünya üzerinde özellikle son 35-40 yılda gözlemlenen etkisi bağlamında ele alınması gerekliliğini belirtmektedir .
Bir başka nokta da küreselleşmenin yarattığı etkilerden, inceleme sırasında ayrıştırdığımız siyasi/kültürel/ekonomik boyutlarının bu süreç içerisinde birbirinden bağımsız şekillenmediği, her boyutun kendi içinde dinamikleri olsa da büyük “küreselleşme” resminde bu boyutların birbirleriyle etkileşimli, dönüşümlü olarak geliştiğinin gözlemlendiğidir.
Şunu belirtmek gerekir ki; bazı indirgemeci yaklaşımların öne sürdüğünün aksine küreselleşme her yönüyle tek bir elden, merkezi bir bilinçle, tüm değişkenleriyle birlikte neden-sonuç ilişkisinde teorize edilip bir sonraki adımın tespit edilebileceği kadar öngörülebilir değildir.
Karmaşık insan doğasının merkez olduğu her gerçeklik gibi, küreselleşme diyerek tanımladığımız değişimler bütünü de, ne tümüyle yönetim dışıdır, ne de tümüyle tek elden yönetilebilir. Ancak birbirinden bağımsız olmayan farklı alanlarda birbirleriyle etkileşim içinde olan aktörleri vardır (siyasi iktisadi kültürel unsurlar, ABD ve küresel sermaye gibi). Bu aktörler küreselleşmenin kendilerinin de tabi oldukları değişimlerini kontrollü/kontrolsüz olarak etkileyebilecek güce sahiptir.
Küreselleşmeye kızalım mı yoksa sevelim mi?
Küreselleşmeden etkilenme sürecinde, birey ve toplumların kendi etki ve tepki alanında onunla nasıl mücadele ettikleri, onu nasıl kendi yararlarına kullanabildikleri önemlidir. Küreselleşmenin etkisi coğrafi fark ayırt etmeksizin, farklı kuvvetlerde de olsa tüm insanlar için kaçınılmazdır. O halde bireylerin ve toplumların böyle bir gerçekliği; “küreselleşme yandaşlığı/küreselleşme karşıtlığı” kampları altında topyekün “iyi” ya da “kötü” bir olgu olarak yaftalamaktan kaçınıp, ona karşı etken ve edilgen konumlarda kendi bilinçlerini geliştirmesi gerekir. Yandaşlık ya da karşıtlık topyekün bir tavrı değil, küreselleşmenin farklı etki alanları göz önünde bulundurularak nesnel bir çerçevede olumlu ya da olumsuz etkilerini işaret eden bir bakışı ifade etmelidir. Zira ne küreselleşmeyi oluşturan ve sürdüren tutum onun yandaşlığıdır; ne de bu süreci sonlandıracak tutum küreselleşme karşıtlığıdır. Tüm bunların yanında, küreselleşmenin birey ve toplumların ona karşı geliştirdikleri tavırdan kısmen bağımsız olan etkileri yok değildir. Belirtildiği gibi, bu etkileri nesnel bir çerçevede damıtabilen yaklaşımlar, küreselleşmeyi birey ve toplum olarak hayatınıza hangi yönlerden ve ne derecelerde dahil etmeniz gerektiği konusunda, sahip olduğunuz kısmi etki gücünü en verimli şekilde kullanmanızı sağlayabilir.
Ayıyla aynı inde uyunur mu?
Küreselleşmeye ekonomik refahı arttıran bir unsur olarak bakanlar, küresel ekonomiyi tüm iştirak edenlerin kazançlı çıktıkları bir pasta olarak görmekteler. Mesela Kofi Annan diyor ki:
Yoksul kesim küreselleşmenin kurbanı değildir, problem global pazarla yakın ilişki içinde bulunmamaları ve onun dışında değişmeden kalmalarıdır. (The poor are not the victims of globalization. The problem rather is: They haven’t been involved in the global market and remained outside of it.”)
Buna karşı küresel pazara dahil olan yerli girişimcinin ulusal sınırlar ötesi ilişkiler kurarak, milli çıkarları gözetmekten uzaklaşmasının milli refahı artırmayacağı iddia edilebilir. Ek olarak yoksul ülkelerin yabancı yatırımından faydalanmadıklarını gösteren, Milliyet’ten Hurşit Güneş’in The Economist dergisinden alıntıladığı veriler şu şekildedir:
• ABD’nin 2000 yılında 1,2 trilyon dolarlık doğrudan yabancı sermaye yatırımından düşük gelirli ülkeler yüzde 1 oranında, gelişmekte olan ülkeler ise yüzde 18 oranında yararlanabilmiş.
- ABD dış ticaretinin yüzde 1′ini düşük gelirli ülkelerle yapıyor. Yüzde 80′ini ise diğer gelişmiş ülkelerle yapıyor. Yani zengin zenginle ticaret yapıyor. Küreselleşme yanlıları bu durumu fakir ülkelerin teknolojik geriliğine ve zaten düşük gelirli olduğundan ticaret yapacak mallarının bulunmamasına bağlıyor. Olabilir. Ama bunu değiştirmeye yönelik bir irade var mı?”(1)
Ulusal kültürün kaybı ve küresel bir asimilasyona doğru…
Bilhassa, birey ve toplum ölçekli düşündüğümüzde, günlük hayatta küreselleşmenin kendisini en çok hissettirdiği yönü olan kültürel boyutuyla karşılaşmamak olanaksızdır. Örneğin kültürel küreselleşmenin temel taşıyıcılarından olan popüler kültür ikonları; giyim, yemek, müzik, sinema, televizyon vs. alanlarında kendini kaçınılmaz olarak gösterir.
Günlük hayatımızda etkileriyle sıkça yüzleştiğimiz kültürel küreselleşmenin kaynağını irdelerken bir ikilikle karşı karşıya kalıyoruz. Birinci tablo daha çok gündelik olandan ve pratikten uzak felsefi bir bakış açısı gerektirirken; ikinci tablo kültürel küreselleşmeyi ekonomik ve ideolojik boyutunu da ele alarak ortaya koyuyor.
İlk olarak kültürel küreselleşmeyi iyimser bir bakış açısıyla ekonomik ve ideolojik boyutunu göz ardı ederek ele aldığımızda, onun dünya üzerinde homojen bir kültürün içinde, tek bir dilin konuşulduğu, coğrafi sınırların önemsizleşip “dünya vatandaşlığı” kimliğinin ortaya çıktığı, milletleri değil topyekün “insan” kavramını yücelten bir idea olduğu sonucuna varabiliriz.
Küreselleşme yandaşlarınca, küreselleşmenin tüm boyutları aslında bu tablonun yaratılmasına hizmet etmektedir. Teknolojik gelişmeler, bilgi alışverişi, coğrafyalar arasındaki mesafelerin kısalması, sosyo-kültürel etkileşimler insanlığı eninde sonunda tek bir kavramsal çatı altında toplamayı başaracaktır. Bu kavram da insanlıktır. Farklı kültürel kimlikler yerine insanlık kimliğinin iliştirildiği bu tablo, felsefik bir ideali temsil etmektedir. Bu ideal farklı eksenlerden de olsa insanlık tarihine yabancı olmayan çağrışımlar yapar.
Küreselleşme ideası; “Yerel ve ulusal düzeyde kendine yeterlilikten vazgeçen uluslar, evrensel olarak karşılıklı bağımlılığı benimserler”(2) cümlesiyle üniter devletin ötesinde, bir güç odağı oluşacağı çok önceden öngörülmüş bir fikrin ürünüdür. Hz. Muhammed’in İslam’da birlik çağrısı da benzer bir tabloyu öngörür. Bu fikre göre İslamiyet’in içerdiği mesaj tüm insanlığa iletilmelidir. Ancak bu tablonun farkı onun daha spesifik bir kavram olan “Müslümanlık” kimliğini vurgulamasıdır. Daha eskilere gidersek Helenistik dönem felsefe akımlarından Sinizm’de (Cynicism)(3) kozmopolitancılık kavramı altında bir dünya vatandaşlığı kimliği vurgulanır. Ancak bu akımdaki küresel düşünce de, tüm kültürlerin birleşip ideal bir tektip kültür oluşturmaları hülyasına değil, Siniklerin kendilerini tüm kurumsal kimliklerden bağımsız hissetmelerine dayanmasıyla yukarıda söz edilen küreselleşme idealinden ayrışır. İşaret edilen bu soyut felsefi ideal yerel odakların yapısal durumları göz ardı edilerek ele alındığında yanıltıcı sonuçlara varacaktır.
Yukarıda vurgulanan felsefik bir ideal olarak küreselleşme olgusu, paylaşım, barış ve huzur gibi güzel çağrışımlara sahipken, her biri insanlık ortak tarihinin bir parçası olan farklı kültürlerin yarattığı çeşitliliğin yok edilmesini de beraberinde getiriyor. Kulağımızda hoş bir seda bırakan “dünyanın küçük bir küresel köy haline gelmesi” fikrinin, el ele tutuşan “mutlu dünya insanları” tablosunun, dünya barış ve huzurunun sağlanmasında yegane ideal oluşunun ne kadar tartışılmaz olduğu sorgulanmalıdır. Zira paylaşım farklı unsurlar içeren olgularca etkileşim halinde gerçekleşir. Ancak benzeşim ve dönüşüm zamanla paylaşımı azaltarak yok eder. Kısaca, çeşitten ve renkten uzak kültürler için paylaşım da mümkün değildir. Barış ve huzur ise kaçınılmaz bir kültürel tek tipliğe tabi olan insanlık için çok da anlamlı değildir. Bunun nedeni de bu barış ve huzur ortamının karşılıklı hoşgörü ve saygının, birlikte var olma fikrinin değil, aynı yaşam tarzlarına tabi olma zorunluluğunun ürünü olmasıdır. Örneğin, Hitler önderliğinde Almanya’nın 2. Dünya Savaşı’nda zafer elde edip dünyaya yayılmış olması faraziyası, dünyada tek bir ırkın üstünlüğüne dayalı bir siyasal ve toplumsal görüntü hayal edebiliriz. Bu yönetme gücü altında yaratılması zor olmayacak olan yapay barış ve huzur ortamı ne kadar değerlidir?
Global ekonomi ve Kültür emperyalizmi
Kültürel küreselleşmenin kaynağının incelenmesine, ekonomik ve ideolojik boyutu kattığımızda ise ortaya daha gerçekçi ve ürkütücü olan tablo çıkıyor. Şöyle ki; küreselleşme sürecinde teknik olanakların gelişmesi ve milli devletlerin bu olanaklar üzerindeki etkisinin azalmasıyla birlikte, kâr maksimizasyonu ilkesiyle hareket eden şirketlerin, kar marjlarını yükseltmek adına üretimlerini artırarak yerel pazarları aşıp, uzak coğrafyalara ulaşmaları hiç olmadığı kadar kolay. Yine de küresel düzeyde faaliyet gösteren şirketlerin uzun vadede bir bölgeye entegre olması, o bölgede sosyo-kültürel bir alt-zemin oluşturulmasını gerektirir. Bir kitlenin zihinsel kanallarla bir kültürü benimsemesi o kültürün tüketim ürünlerine kendini yakın hissetmesini kolaylaştırır. İlkinden farklı olmak üzere bu tabloda, küreselleşmenin kültürel boyutu, kendisinden daha yukarıda olan siyasal ve en tepedeki ekonomik çıkarlara hizmet etmesi adına küresel aktörlerce yönetilmektedir. Gerçekten de, küreselleşmenin tüm toplumlar üzerindeki kültürel etkilerine baktığımızda etki gücü farklılık taşımakla birlikte, etki tipi ve yönü aynıdır. Tüm dünyada, iktisadi ve siyasi küreselleşmeyi etkileyebilme gücünü elinde tutan ABD ve (somut bir zihniyet ifadesi olarak) batının kültürel değerlerinin, tüketim alışkanlıklarının etkisi görülebilmektedir. Bu etki tipi de benzetme ve dönüştürmedir. Yani, ilk tabloda insanlık adına gerçekleştirilmesi öngörülen tek tip kültür, bu tabloda, (yerleşik bir ifade ile) “kültür emperyalizminin” bir parçasıdır. Siyasi ve askeri olarak sona eren sömürgeciliğin, özellikle 3. dünya toplumları üzerinde uygulanan “yeni sömürgecilik”(neo-colonisation) adıyla daha az siyasi ve askeri, daha çok ekonomik, sosyolojik ve psikolojik araçlarıyla göze çarpan türevinin bir parçasıdır. Yaratılmak istenen kültür, evrensel dil olan İngilizce konuşan, tipik “Beyaz-Anglo-Sakson-Protestan” insan modelinin yaşam alışkanlıkları ve insani değerleri üzerine inşa edilmiştir. Kültürel küreselleşme bu tablodaki kültürün dünyaya dayatılma sürecidir. Özellikle doğunun kendine özgü folklörünü hor görme ilkesiyle birlikte yürütülen, tüm popüler kültür kanallarıyla aktarılan, epik Hollywood figürleriyle (Rus rakibini zor ve haksız koşullarda cesurca yenen boksör (Rocky), dünyayı uzaylıların işgalinden kurtaran Amerikan askerleri (Independence Day, Kurtuluş Günü vs.) “Amerikan Rüyası” yaşam tarzı merkezli televizyon dizileriyle pekiştirilen bir politikadır.
Türk kültürünün aşınması ve modernizm
Şüphesiz ki; kitlesel bir yaşayış ve davranış mozaiği zamanla keskin karakteristikler edinerek bir kültüre dönüşür. Bu kültürü benimseyen insan topluluğunun değişen koşullar içinde her yönüyle aynı kalması olanaksızdır. Türk folklörü de, tarihte birçok ticari yolun kesiştiği coğrafi konumu sayesinde farklı kültürlerdeki birçok uygarlığa yurt olmuş ve Anadolu’nun kültürel birikiminden, zenginliğinden etkilenip şekillenmiştir. Bütün kültürler gibi geleceğe aktarılmış, yine de iç ve dış dinamiklerin sürekli etkileşimiyle birlikte değişmiştir, değişmektedir. Ancak kendisini diğer kültürlerden farklı olarak tanımladığı değerler onun özünü oluşturur. Özellikle Türk halk kültürü gibi, geleneksel değerlerini toplumsallık, birlik, hoşgörü ve dayanışma kavramlarına bağlılığından alan kültürler için, planlı bir dayatmanın aracı olan modernist bireysel temelli bir kültür kimliğinin, kısa bir sürede ve şeklen içselleştirilmesi, bir yabancılaşmayı beraberinde getirerek ortaya biçimsiz, bozuk, eğreti bir kültür biçimi çıkarabilir. Oysa toplumsal manevi refah ve bireylerin mutluluğu, toplumla barışçıl bağlarını geliştirmiş bireyin sağlıklı bireyselliğini gerekli kılmaktadır. Emile Durkheim’ın teorize ettiği intihar türlerinden aile ve toplumla güçlü bağlar kuramamış bireyin mutsuzluğuna dayanan “egoistik intihar”, batı kültürünün bireyci yönüne dikkat çekmesi açısından çarpıcıdır. Nitekim, maddi refahın oldukça yüksek, buna karşın ailevi ve toplumsal bağların zayıf olduğu İskandinav ülkelerinde ve toplumsal etkileşimin Katolik mezhebine oranla düşük olduğu Protestanlık mezhebi insanlarında intihar oranlarının görece yüksek olması bu savı destekler niteliktedir.
Bilhassa, toplumsal ve siyasal kökende insan hakları ve özgürlük bilinçleri gelişmemiş, demokratik temellerini henüz inşa edememiş topluluklar için “insanlık” kavramını yücelten evrensel değerlerin yakalanması elzemdir. Küreselleşmenin getirdiği iletişim olanakları sayesinde toplumlar evrensel değerleri, kendi öz değerlerine ters düşmeyecek biçimde harmanlayıp benimseyebilirler ve yine bu yolla öz değerlerinin sahip olduğu farklılıkları evrensele taşıyabilirler… Ancak, başta küresel dünya pazarına uyum sağlayamamış ya da milli bekasını koruma gayesiyle küresel ekonomiye dâhil olmamayı tercih etmiş toplumlar olmak üzere, “evrensel değerler” adı altında sunulan Amerikanizasyon (Amerika) kimliği bütün kültürler için tehlikedir. O halde öz kültürel değerleri koruyarak küreselleşmenin getirdiği teknolojik olanaklardan yararlanmak ve bu öz değerlere evrensel değerleri eklemlemek , son derece kontrollü ve dikkatli yürütülmesi gereken bir süreçtir.
Yerel Milliyetçilik
Tüm kültürlerin tek bir model kültüre dönüşme akımının gözlemlendiği küreselleşme sürecinde, mikro ölçekli milliyetçi yükselişler göze çarpmaktadır. Milli devlet sınırları içinde gerçekleşen bu yerel milliyetçilikler, ayrılıkçı ve şiddete dönük olduğu sürece, Rusya ve İspanya’da olduğu gibi milli devletin üniter yapısını, özerkliğini örseleyen, Yugoslavya örneğinde olduğu gibi onu parçalanmaya iten koşullara çanak tutabilir. Ele alınan ikinci küreselleşme tablosunda bu yükselişin tümüyle milli devletin merkeziyetçi otoritesini zayıflatmak adına, küreselleşmenin siyasi ve iktisadi aktörlerince yön verilen bir politika olduğu iddia edilebilir.
Ancak, bu olasılık kısmen doğruluk taşısa da yerel milliyetçiliğin, yeni ve farklı alt kültürlerin kendilerini tanıtma alanlarını bulmasını tek elden yürütülen bir süreç olduğunu iddia etmek indirgemeci bir yaklaşımı gerektirir. Küreselleşme ve etkileri ak ve kara ikiliğiyle değil kurduğu sarmal ve iç içe geçen neden sonuç ilişkileriyle ele alınmalıdır. Bu hususta, yerel milliyetçilik akımlarının yükselmesinde sosyolojik ve psikolojik etkiler göz ardı edilemez. Yerel grupların, tüm dünyada kültürel homojenliğe doğru yönelişinde, toplumsal bir refleksle kültürel kimliklerine bağlılıklarını daha sert biçimde ifade edişlerini gözlemlemek, mikro ölçekli milliyetçiliğin sosyolojik boyutunun önemini ifade eder. Yakın tarihimizden bir örnekle açıklayalım; halifeliğin kaldırılmasıyla dini özgürlüklerinin ellerinden alındığını düşünerek paniğe kapılan “Müslüman bir kesim”, kültürel kimliklerini varlıklarını ifade etme aracı olarak kabul etmiştir. Bu düşüncenin sonucunda da dini semboller taşıyan kültürel öğelere (giyim gibi) daha sıkı sarılmışlardır. İronik bir olay gibi görünse de yerel milliyetçiliğin küreselleşmeyle birlikte ses bulmasının bir nedeni de bu örnektekine benzer bir psikolojik tepkidir. Elbette etkin küresel aktörlerin finansal küreselleşmenin önünde engel olarak gördükleri güçlü, merkezi milli devletin etkinliğinin azaltılması gerekmektedir. Bireysel özgürlük, çok kültürlülüğün barış içinde yürütülmesi gibi söylemlerle mikro milliyetçiliğe meşruiyet kazandırdıkları zeminlerle bu süreci hızlandırmaktadırlar.
Glokalizm
Dilimize “küyerelleşme” olarak çevrilen glokalizm, küreselleşme süreci içinde kendine, küresel ve yerel markaların yerel pazarlardaki rekabeti çerçevesinde yer bulmuştur. Yerel pazarlara inen küresel markaların, satış yaptıkları bölgenin geleneksel değerlerini, beğeni ve alışkanlıklarını göz önüne alarak ürün yelpazeleri ve lansmanlarında küresel bir standardın dışına çıkıp, değişikliğe gitmeleri, küresel değerlerin yerel semboller kazanmasını ifade eder. “Küresel düşün, yerel hareket et” söylemi bunu güzel ifade eder. Yerel değerlerin küresel anlamlar kazanması ise, onların küresel sermayeler tarafından birer tüketim öğesi olarak pazarlanmalarıyla gerçekleştirilir.
Glokalizmin, “küresel”in yerelliğe inme ayağı çokuluslu markalar tarafından bütün dünyadaki yerel pazarlarda benzer stratejiler geliştirilerek yönetilir. Görsel ve elektronik medya aracılığıyla ürünlerinin süslü kılıflar ile tanıtımını yapan markaların satış teknikleri benzer olmakla birlikte, yalnızca ürünlerin milli öğelerce farklılıkları gözlemlenir. Ülkemizdeki güncel örneklerden Alaturka lansmanlı cips ürünleri, küresel fast-food markalarınca sunulan Türk damak tadına uygun yemekler bu satış tekniğinin ürünleridir.
Türk toplumunun çoğunluğunu oluşturan Müslümanlarca yüksek bir manevi değere sahip Ramazan ayıyla, kola tüketiminin bağdaştırılması gibi özendirici, aldatıcı ve kurnaz lansmanlar, çokuluslu markaların daha çok satış yapabilmek adına bazı ahlaki hassasiyetleri göz ardı edebildiklerini göstermektedir.
Yine de bu tabloya iyimser bir açıdan bakıldığında, küresel şirketlerin yerel pazarlarda tutunabilmek için küresel değil yerel tanıtımlara ihtiyaç duymaları ve satış stratejilerini yerel kültürel değerler üzerinden belirlemektedir. Bu da dünya üzerindeki kültürel heterojenliğin halen tektip Anglo-Sakson kültürel kimlik dayatmasına direndiğinin göstergesidir. Yani, yerel pazarda, beğenme ve seçme iktidarı halen tüketicidedir. Buna ek olarak, yerel pazarlarda sürdürülen küresel ve yerel markalar rekabeti, her zaman küresel olanın kazanmadığı, hatta Hindistan film endüstrisi örneğinde olduğu gibi zaman zaman oldukça farklı tablolar sunabilmektedir. “Bollywood” olarak bilinen Hindistan film endüstrisi, yerel pazarda Hollywood etkisini kırarak hem Meksika, Hong Kong, Brezilya, Çin gibi 3. dünya ülkelerinde gelişen film endüstrileriyle bu sektöre motivasyon kazandırmış, hem de birçok alandaki Amerikan kültürel tekelciliğine karşı güçlü bir sembolik duruş edinmiştir.(4) (Yine küresel sermayeye kapılarını açık tutan Fransa’nın, özellikle kültür etkileşiminin anadili bozma ve yabancılaşma çabasına karşı korumacı tavrı dikkate değerdir.)
Sınırlı bir coğrafyada ortaya çıkmış ve o coğrafyaya mal olan kültürel değerlerin, tüm insanlığa ait değerlerle kaynaşması ya da onları zamanla kendine dönüştürmesi de yine küreselleşmeyle birlikte, ancak doğal olmayan süreçler içerisinde gözlemlenmiştir. Küresel çıkarlar güden sermaye odakları, belli bir coğrafyaya ait kültürel öğelerden tüm insanlara pazarlanabilme çekiciliğine sahip olanları, ait oldukları coğrafyadan çıkarıp tüm dünyaya sunmuştur. Kimi kapalı toplumlar bu değerleri kendi geleneklerine aykırı bularak reddetmiş, küreselleşmenin etkisine daha açık kimi toplumlarsa zamanla içselleştirmişlerdir. Sonuç olarak bu değerler çıkış kaynaklarındaki içerik ve anlamın da beraberinde taşınması kaygısı güdülmeden, ortak insan geleneğine dönüş(türül)müştür.
Yılbaşını, dünya insanlarının çoğunun, Hristiyanların sıradan bir eğlence anlayışından çok dini, manevi bir anlam yükledikleri Noel kutlamalarına ait öğelerle kutlaması; yine mitolojik bir çıkış kaynağı olan Saint Valentine hikâyesinin, hemen hemen tüm dünyada bir hediye alma yarışına dönüştürülmüş Sevgililer Günü’ne kaynaklık etmesi; bu duruma verilebilecek örneklerdendir. Şunu belirtmek gerekir ki, yerele özgü değerlerin zamanla insanlığa ortak anlamlar ifade etmesi, salt batı odaklı bir kültür emperyalizmi değil, doğrudan ticari kaygılarla girişilen milletsiz, kimliksiz yürütülen bir süreçtir. Bu süreçte batı odaklı olduğu gibi, doğu odaklı kültür öğelerinin de dünyaya sunulmasına tanık oluyoruz. Doğu coğrafyalarına ait kimi felsefi dini öğretilerin; seküler dinleri çağdışı, sıkıcı bulan batının anakent insanına albenisi yüksek tapınma nesneleri olarak sunulması bahsedilen tabloya örnektir. Bu fikir ürünlerinin, batı eksenli kültür etkisindeki toplumların zihnine dayattığı; daha fazla güç, başarı, para ve statü erdemlerinin baskısı altında kendini sıkışmış hisseden modern dünya bireyinin sığındığı, yeniçağın pazarlama harikaları olan “plaza dinlerine” dönüşmesi ironik bir görüntü arz ediyor.
Yeni bir ideolojik kimlik: Tüketici
Gelişmiş pazarlama teknikleri kullanılarak yaratılan medya etkisi, küresel markaların kitlelerin gündelik tüketim davranışlarını yönlendirmesine olanak tanımakla kalmayıp, bu davranış kalıplarının alışkanlıklara ve akabinde bir “tüketici ideolojisi”ne dönüşmesine neden olmaktadır. Milli değerlere yabancı, yapay bir tüketici ideolojisine ait davranış kalıplarının, bireylerce etkili bir modelleme mekanizması içinde taklit edilip zamanla kitlesel bir alışkanlık mozaiği oluşturulması, ne yerli bir toplum ne de sağlıklı bir bireyselliği mümkün kılmaktadır. Daha önce bireyselci anlayışının altını çizdiğim bu kültür, aslında bireysel özgürlük alanı dar, inisiyatiften, seçim yapma gücünden yoksun, taklit mekanizmasına dayalı bir “mevcut davranış kalıplarını içselleştirme” kültürüdür.
Bu süreçte en dikkat çekici nokta ise; tüketicilerin, küresel alanda çekiciliğe sahip markaların ürünlerini, o ürünlerin sağlayacağı öngörülen marjinal faydayla ölçülen mekanik, fiziksel “fayda değeri” (bir pantolonun, ayakkabının sağlamlığı gibi) kaygısı güderek değil, o ürünlerin parçası oldukları popüler kültüre aidiyet hissiyatıyla tüketmeleridir. Bu yalnızca fiziksel fayda değeri olan ürünlerde değil, yemek ya da sanat ürünleri gibi fizyolojik, psikolojik değerler arz eden tüm kültürel tüketim ürünleri için geçerlidir. Bu durumda marka çekiciliğine sahip bir ürünün, kendisinden daha düşük bir fayda değeri sunmayan başka bir ürüne yeğlenmesinde, ticari küreselleşmenin, kültürel etkisine açık toplumlara medya araçlarıyla entegre(?) ettiği ortak tüketim kültürünün, bireyin o kültüre aidiyetinin/ait gözükmesinin kendisindeki psikolojik ve sosyolojik fayda beklentisinin tüketime teşvik edici etkisi önemlidir.
Bu yazının gerçekleşmesinde katkıları olan dostlarıma teşekkürlerimi sunarım: Furkan Ercan, Erdem Güven, Çisem Gündüz.
REFERANSLAR
1) http://www.milliyet.com.tr/2001/10/29/yazar/gunes.html
2) Osman Ulagay, Küreselleşmenin İki Yüzü, Doğan Kitap
3) Wiser, James Political Philosophy: A History of the Search for Order
4) The Global Reader: and Introduction to the Globalisation Debate, Polity Press,
London, 2000